Bölüm 4

133 0 26 Ağustos 2024

Ellerimi Vorsius’un cansız bedeninden çekip sırtım bir ağaca çarpana kadar geri geri gittim. Bacaklarımı kendime doğru çekip başımı ellerimin arasına aldım. Neler oluyordu böyle? Vorsius gerçekten ölmüş müydü? Benim ellerimde? İyi de bu dünyada ölüm olmazdı ki. Bu kadar hızlı bir şekilde nasıl ölebilirdi? Defalarca Noben’in ölümcül yaralardan iyileştiğini görmüştüm peki ya şimdi ne olmuştu da Vosius ölmüştü? Yoksa ben yaptığım için miydi? Bu dünyada insanların yaşamlarıma son verebilen bir tek ben mi vardım? Öyleyse neden kendi hayatıma son verememiştim? Anlamıyordum.

 Gerçekten bu aptal dünyanın çalışma sistemini anlayamıyordum. Önce zorla buraya gelmiştim ve şimdi de bir katil miydim? Bu saçmalık karşısında gülmeden edemedim. Bir yandan gülerken diğer yandan da yavaşça ayağa kalkmaya çalıştım. Sırtımı yasladığım ağaçtan destek alarak ayakta durmaya çabalasam da bacaklarım uyuşmuşlardı ve bedenimi zor taşıyorlardı. Uyuşan bacaklarımı hareket ettirmeye çalışırken ne kadar süredir burada oturduğumu düşündüm. Bacaklarım bu kadar uyuştuklarına göre uzun bir süre geçmiş olmalıydı.

Ellerimi saçlarıma götürerek kulaklarımın arkasına atmaya çalıştım ancak ellerim yapış yapıştı. Ellerime bakarak kanla kaplı olduklarını görünce yüzümü buruşturdum. Nereye gitsem ellerim kana bulanıyordu sanki. Temkinli adımlarla Vosius’un ölü bedenine doğru yaklaştım. Ayağımın ucuyla omzundan dürterek öldüğünden emin olmaya çalıştım. Tepki vermiyordu. Gerçekten ölmüştü.

Yanına doğru eğilerek elimi yanağına götürdüm. Soğuk ve sertti. Önceleri sağlıkla parlayan beyaz teni şimdi rahatsız edici bir beyazlığa bürünmüştü. İyi biri değildin ama ölümü de hak etmedin diye düşündüm. Özür dilerim. Ama hayır. Hayır. Bu hak etmekle alakalı değil. Ben de hak etmemiştim başıma gelenleri ama işte buradaydık. O ölü ben diriydim. Sinirle elimi yanağından yakasına indirdim. İki yakasını da kavrayarak “Bana ölmemi söyleme cüretine sahiptin ama şu an yerde yatan sensin.” dedim. Kafamı biraz eğip kulağımı dudaklarına doğru yaklaştırdım. “Ne, bir şeyler mi söylüyorsun? Duyamıyorum. Ah doğru ya, sen ölüsün.” Cesediyle bu şekilde konuştuğum için neredeyse kahkaha atacaktım. Yakalarını bırakarak ayağa kalktım. Daha fazla bir cesetle baş başa kalırsam kafayı yiyecektim.

Hızlı adımlarla Vosisun’un atına, Dessa’ya, doğru ilerlemeye başladım. Hava serindi ve üşümeme sebep oluyordu. Üstümde ağır bir yük vardı sanki. Hızlıca eve dönüp temizlenmek ve güzel bir uyku çekmek istiyordum. Kar kadar beyaz atın yanına geldiğimde önce biraz yelesini ve kafasını sevdim. Harika bir attı. Yeterince sevdikten sonra gövdesine doğru ilerleyip binmeye çalıştım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir türlü binemiyorum. 

Daha önce Vosisus’un yardımı olmadan hiç ata binmemiştim. Hep belimden tutup binmem için bana yardımcı olurdu. Şimdi de o olmadığı için binemiyordum. Öldürdüğüm adamın yardımı olmadan bir şey beceremiyordum, ne ironiydi ama. Öldürdüğüm adam? Birini öldürdükten sonra nasıl bu kadar rahat olabilirdim? Ben birini öldürmüştüm. Bir insanı. Sanki beynim her şeyi yeni algılıyormuş gibi gözyaşlarım durdurulamaz bir hızla, birbirleriyle yarış içindelermişçesine akmaya başlamıştı. Ne yapmıştım ben? Olduğum yerde yere çöküp ağlamaya devam ettim. Hıçkırıklarım sanki birer çığlıkmışçasına ormanda yankılanıyordu. Kendimi durduramıyordum. Bir yandan gözyaşlarımı silmeye çalışsam da hızlarına yetişemiyordum.

Bir süre aynı pozisyonda ağladıktan sonra kendimi daha hafif hissettim. Kafamı gökyüzüne kaldırarak derin bir nefes aldım. Artık havanın serinliği bedenimi üşütmüyordu. Aksine sanki ruhuma iyi geliyordu. Kendimi öncekinden çok daha iyi hissediyordum.

Yanımda hissettiğim bir kıpırtıyla başımı o tarafa çevirdim ve Dessa’nın yanıma çöktüğünü gördüm. Son bir kez gözyaşlarımı sildim ve ayağa kalktım. Dessa’nın üstüne çıktım ve yuları sıkıca kavradım. Yanıma çökerek üstüne binmeme izin verdiği için uzanarak yelesini sevdim ancak gözyaşlarımı silerken ıslanan ellerim yüzünden bembeyaz yelesine kan lekeleri bulaşmıştı. Yüzümün her yeri kana bulanmış olmalıydı. Dessa ayağa kalkarak nereye gitmesi gerektiğini biliyormuş gibi son sürat koşmaya başladı. Yüzüme gelen hava beni kendime getiriyormuş gibi hissediyordum. Saçlarımın rüzgârda uçuşması çok özgür hissettiriyordu. Gözlerimi kapatıp Dessa’nın boynuna sarıldım. Ben daha zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan eve gelmiştik bile.

Dış kapı çoktan benim için açılmıştı. Beni malikânenin kapısında Dina ve Noben karşıladı. Dış kapıdan içeri girmemle birlikte seyis yanıma gelerek atın yularından tuttu ve inmeme yardımcı oldu. Attan inerek yemyeşil, çiçeklerle dolu bahçenin içinden iç kapıya doğru ilerlemeye başladım. Malikâneye ulaştığımda güneş doğmaya başlamıştı. Çalışanlar bahçede beni bekliyorlardı. Dina yüzünde öfkeli bir bakışla bana doğru geliyordu. Sırtımı dikleştirerek evin kapısına doğru ilerlemeye başladım. 

“Neredesin sen? Senin yüzünden Noben hala iyileşemedi.” Ben gelmediğim için gün bitmemişti tabii ki. Noben’in aldığı yaralar da iyileşemezdi doğal olarak. Dina’ya bakmadan ilerlemeye devam ederken Dina ekledi. “Seninle konuşuyorum. Neden bu kadar geç geldin? Ayrıca üstüne başına ne oldu, iğrenç görünüyorsun.” Gülmekten kendimi alamadım. Gerçekten iğrenç görünüyor olmalıydım. Acaba sebebini öğrensen benimle bu şekilde konuşmaya devam edebilir miydin? “Senin-” kapıya geldiğimizde Dina’yı keserek “Çok açım. Söyle yemek hazırlansın.” dedim. Dina bir şey diyecek gibi olduysa da gözlerimiz buluştuktan sonra bir şey demeden mutfağın yolunu tuttu. Başka çaresi de yoktu zaten. “Dina!” diye seslendim arkasından. Dina durup arkasına baktı. “Canım et çekiyor.” Gözleri büyüdü ve küçük dudakları öfkeyle açıldı ancak henüz bir şey diyemeden bedeni hareket etmeye başlamıştı bile.

Yemek odasına doğru ilerlemeye başladım. Yemeğin hazırlanması çok uzun sürmüyordu hiçbir zaman. Her yemek odasına girişimde daima hazır olurdu. Çok kısa bir süre olmasına rağmen eminim masa şimdiden donatılmıştı bile. Yavaş adımlarla yürüsem de yemek odasına varmam uzun sürmedi. Neticede pek büyük bir ev değildi. Tam kapıyı açacakken bir el benden önce davranıp kapıyı benim için açtı. Elin sahibi tabii ki Noben’di. Yüzünde buraya kadar koştuğunu gösteren bir ifade vardı. Karnındaki yara henüz tam olarak iyileşmemişti, bir eliyle kanayan yarasını tutuyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti ve dudakları solgun görünüyordu. Acı çektiği belliydi ancak ona dinlenmesini söyleyip acısını dindirmeyecektim. Zaten ben geldiğime göre yarası yavaş yavaş iyileşmeye başlamış olmalıydı. “Sen-” Noben bir şey diyecek olduysa da dönüp ona baktığımda gözlerimde gördüğü bir şey onu susturdu. Bu sırada Dina nefes nefese yanımıza ulaşmıştı. Koşarak kapıdan içeri girdi ve oturmam için sandalyemi çekti. Bu haline neredeyse gülecektim. Daha önce bu ikisini hiç bu ifadelerle görmemiştim.

Odanın içine ilerlerken Noben arkamdan kapıyı kapattı. Masa çoktan yemeklerle donatılmıştı bile. Dina’nın benim için çektiği sandalyeye oturdum ve yemeye başladım. Çok acıkmıştım, şu an görgü kurallarına dikkat edemeyecektim. Dina sonunda nefesini toparlayabildiğinde konuşmaya karar verdi. “Ne oluyor sana? Neden böyle iğrenç bir şekilde yiyorsun? Seni izlerken midem bulanıyor.” Son cümlesi gülmeme sebep oldu. İzleme o zaman diye geçirdim içimden. Gerçekten öyleymiş gibi yiyordum. Birden yediğim lokma boğazıma kaçtı ve öksürmeye başladım. Dina su uzatırken sakinleşebilmek için hızlıca içtim. Öksürüklerim bitip kendime geldiğimde Dina bana yargılayıcı bakışlar atıyordu. “Öyle yersen boğazına kaçar işte. Her şeyin bir adabı var. Ayrıca hala neden bu kadar pislik içerisinde olduğunu da anlatmadın.”

Elimdeki bardağı masaya sertçe bırakarak Dina’nın gözlerine baktım. Hep bu kadar çok mu konuşuyordu? Sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Bakışlarını bakışlarımdan çekene kadar dik dik bakmaya devam ettim. Neyse ki çok uzun sürmedi ve yemeğime kaldığım yerden devam ettim. Önceki günün kahvaltısıyla duruyordum ve nedeni bilmediğim şekilde canım et çekiyordu. Doyasıya yediğimden emin olmak istiyordum.

Sonunda doyduğumda sandalyemi geri ittirerek kalktım. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar iştahlı yemiştim. “Banyo yapacağım.” dedikten sonra kapıya doğru yöneldim. Dina benden önce davranarak kapıyı açtı ve ben çıktıktan sonra hızlı adımlarla odama doğru ilerledi. Noben ve ben ağır adımlarla ilerlemeye devam ediyorduk. Yanlarından geçerken çalışanlar yüzlerinde tuhaf bir ifadeyle bana bakıp kenara çekiliyorlardı. Göz ucuyla Noben’e baktım. Yemekten önce bana ne söylemek istediğini ve şimdi söyleyip söylemeyeceğini merak ettim ancak yol boyunca konuşmadı. Odamın kapısını benim için açtı ve ardımdan kapattı. Dina yanıma gelerek kıyafetlerimi çıkarırken bir yandan boy aynasından kendimi incelemeye başladım. Gerçekten berbat bir haldeydim. Saçlarım kabarmış ve mahvolmuşlardı. Bazı yerler fazlasıyla kuru görünüyordu. Elbisem de mahvolmuştu. Yer yer yırtıklar ve bolca çamur vardı. Kanı da geçmemek gerek. Ama en kötüsü bu değildi. Yüzümdü. O kadar iğrenç görünüyordu ki çalışanların bakışlarına şimdi anlam verebiliyordum. Çok fazla ağladığım için olsa gerek gözlerim ve burnum kızarıp şişmişti. Yüzümün çoğu yeri kan ve pislikle kaplıydı ve daha da kötüsü bu kanların çoğu kurumuştu.

Banyoya geçip sıcak suyla dolu küvetin içine girdim. Şimdiden çok daha iyi hissediyordum. Dina yavaşça bedenimi yıkamaya başladı. Yüzündeki iğrenme ifadesini saklama gereği duymuyordu bile. “Ne yaptın da bu kadar kirlendin? Böylesini hiç görmemiştim.” Ne mi yaptım? Birini öldürdüm Dina, demek istedim ama kendimi tuttum ve gözlerimi kapattım. Her söylediğine cevap vermeye gerek yoktu belki de.

Dina alaycı bir gülüşten sonra “Şimdi de beni görmezden mi geliyorsun?” derken elimden gelenin en iyisiyle onu umursamamaya çalıştım. Sözleri eskisi kadar canımı yakmıyordu ama bu sinirimi bozmuyor demek değildi. Sinirimi mi bozuyor? Aklımdan geçen düşünceye şaşırdım ve hayretle karışık bir kıkırtı çıktı dudaklarımdan. Ne zamandır Dina’ya sinir oluyordum? Her seferinde üzülmekle öyle meşguldüm ki bu yeni düşüncenin varlığını garipsemeden edemedim.

“Sen bana güldün mü şimdi?” dedi Dina şaşkınlıkla karışık bir öfkeyle. “Beni görmezden gelme cesaretini kendinde bulduğun yetmiyormuş gibi bir de bana gülüyor musun?” Gözleri büyümüş, dudakları hayretle aralanmıştı. Bu hali beni daha da güldürmekten başka bir işe yaramadı. Nasıl oluyordu da şu an sözleri beni üzmek yerine eğlendiriyordu anlamıyordum.

“Tialina! Kendine gel, bu şekilde gülerek bir sıçana benziyorsun sadece. Midemi bulandırıyorsun. Kes şunu.” Sıçan mı? Gülüşüm kahkahalara dönüştü. Kendimi durduramıyordum artık. Dina ise her geçen saniye daha da kızarıyordu. Dudakları öfkeyle titrerken bir açılıp bir kapanıyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu ama sanki ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bir şey söylemeden bana kızgınlıkla bakmaya devam etti. Diğer yandan benim artık gülmekten yanaklarım acıyordu. Dina’nın sinirli yüzüne baktıkça gülüşüm üzerindeki kontrolüm de azalıyordu.

“KES ŞUNU!” Dina artık dayanamamıştı. “Geldiğinden beri çok tuhafsın. Kes şu berbat kahkahanı. Hemen!” Bir yandan kolumu yıkamaya devam ediyordu. “Büyük Dük Vorsius’un yanında da böyle davranmamışsındır umarım.” Hayır, sevgili Dina diye düşündüm. Emin ol böyle davranmadım. Daha da iyisini yaptım. “Onu öldürdüm.” Dina büyümüş gözleriyle bana baktı. “Ne?” Ne? Kahkaham hızla sönerken ellerimi ağzıma götürdüm. Ne demiştim ben?

“Ne dedin sen?” Dina’yı daha önce bu kadar kafası karışık bakarken görmemiştim. “Cevap ver Tialina.” Ne demeliydim? Kabullenmeli miydim yoksa inkâr mı etmeliydim? Şu an inkâr etsem ne olacaktı ki? Önünde sonunda anlayacaklardı zaten. Hatta daha da kısa bir zamanda anlayacaklardı. Yarın senaryoya göre beni görmek için buraya gelmesi gerekiyordu ama gelmeyecekti. Daha doğrusu gelemeyecekti Bir daha asla gelemeyecekti.

Yanaklarımda hissettiğim ıslaklıkla bu sefer şaşırma sırası bendeydi. Neden ağlıyorum? Neler oluyor bana? “Tialina sana bana cevap vermeni söyledim!” Dina artık bağırıyordu. En iyisi itiraf etmekti. Ellerimi ağzımdan çekip gözyaşlarımı sildim. “Doğru duydun Dina. Öldürdüm onu. O bayıldığın sevgili dükünü öldürdüm.” Çenemi dikleştirmeye çalıştım. Bilerek yapmamıştım, beni suçlayamazdı. Alaycı bir gülüş çıktı dudaklarının arasından. “Dalga geçiyorsun.” Kafasını iki yana sallarken bir yandan da tırnaklarımdaki kirleri çıkarmaya uğraşıyordu. “Yalan söylüyorsun. Düşündüğümden de iğrenç biriymişsin. Bu kadar ilgi çekmek istemen de fazla artık.”

Bana inanmadığını söylüyordu ama sesi titrerken aklına bir şüphe yerleştirdiğimin farkındaydım. İnanmakla inanmamak arasında kalmıştı ve ne söyleyeceğimi bekliyordu. Sıradaki sözlerime göre bana inanıp inanmayacağına karar verecekti. Birini öldürdüğüm gerçeğini henüz kendim kabullenememişken onu bir başkasıyla, özellikle Dina’yla paylaşmak kalbimde tuhaf bir duygunun belirmesine yol açmıştı. “Yalan söylemiyorum Dina. Öldürdüm onu. Gerçekten.” Dina diğer elime geçerken kafasını şiddetle iki yana sallıyordu. “Pis yılan seni. Utanmıyor musun yalan söylemeye? Sen-“

“Dina.” Lafını bitirmesine izin vermedim. Omuzlarından tutarak bana bakmaya zorladım. Gözlerinin içine baktım ve içtenlikle konuştum. “Yalan söylemiyorum.” Gözbebekleri titriyordu. “Bir düşünsene, daha önce hiç tek başıma döndüğüm olmuş muydu?”

“Ne?” Kafa karışıklığıyla bana baktı. “Daha önce diyorum, hiç benim Vorsius olmadan eve döndüğümü gördün mü?” Artık bana inanmak zorundaydı. Vorsius’un beni evime bırakması senaryo dâhilindeydi.

“Hayır… Görmedim…” Sesi fısıltıyla çıkıyordu. Söylediğim şeyi yavaşça idrak ediyormuş gibiydi. Gözleri büyürken bana bakmaya devam etti. “Sen n-nasıl? Anlamıyorum ben-“

“Ben de bilmiyorum nasıl olduğunu ama oldu işte.” Bana korkunç bir yaratıkmışım gibi bakıyordu. Elinde olsa arkasına bakmadan kaçacak gibiydi. Korkudan mı yoksa sinirden mi bilmiyorum ama Dina’nın dudakları titriyordu.  Konuşamayacakmış gibi görünse de dişlerinin arasından tısladı. “Şeytan… Şeytansın sen.” Ellerimi omuzlarından çekerek son bir kez yıkadı ve saçlarıma geçti. Nazikçe kandan ve pislikten arındırmaya çalışırken bıçak gibi sözleriyle konuşmasına devam etti. “İğrenç yaratık. Bir de gülüyordun. Birini öldürmek senin için bu kadar mı keyifli ha?!”

Bir anda ne yaptığımı gerçekten idrak ettim. Ben birini öldürmüştüm. Bu dünyada, kimsenin ölmediği bu dünyada birini öldürebilmiştim. Nasıl olduğunu bilmiyordum ama şu anda önemli olan bu değildi zaten. “Geldiğinden beri her şeyi mahvetmen yetmiyormuş gibi bir de burada birini öldürdün. Şeytanın ta kendisisin sen!” Yeterince temizlediğine emin olduktan sonra ılık suyla köpükleri arındırmaya başladı. “Bu yüzden buraya gönderildin belli ki. Cezalandırılmak için. Daha bu kadar kısa sürede burada böyle bir şey yaptıysan geldiğin yerde neler yapmışsındır Tanrı bilir.” Tertemizdim artık. Fiziksel olarak yani. Dina’nın sözleri tekrar iğrenç hissetmem için yeterli olmuşlardı ama yine de durmadı ve konuşmaya devam etti.

“Başına gelen her şeyi hak ediyorsun. Bu kadar iğrenç biri olduğunu gösterdiğin için teşekkürler. Ne var biliyor musun?” derken havlumu almıştı. Bir eliyle ayağa kalkmam için yardımcı oldu ve havluyu bedenime doladı. “Sana acımaya başlamıştım. Fazla ileri gittiğimizi ve aslında iyi biri olabileceğini düşünmüştüm. Bütün bunları hak etmediğini…” 

Banyodan çıkarak yatak odama geçtik. Ben yatağa otururken Dina geceliğimi getirdi Bir yandan giyinmeme yardımcı olurken bir yandan hala konuşuyordu. “Ama gitmiyormuşuz. Hatta az bile yapıyormuşuz. Belli ki sen buraya cezalandırılmak için gönderildin.” Üstümü giyindikten sonra ufak bir havluyla saçımın ıslaklığını aldı ve hızlıca ördü. Tüm bunları söylerken bir kez olsun gözlerime bakmamıştı. Sadece yaptığı işe odaklanmıştı.

İşi bittiğinde gitmeden önce omuzlarımdan tutarak gözlerimin içine, ruhumu görebiliyormuş gibi derince baktı. “Kimse seni sevmeyecek Tialina.” Gözlerim büyürken dudaklarım aralandı. “En ufak hareketimde bana olan bakışlarını görüyorum. Nasıl sevilmek istediğini görüyorum. Ne kadar sevgiye muhtaç olduğunu… Ama benden sana bir sır; buradaki kimse seni sevmeyecek, tıpkı geldiğin yerde olduğu gibi.” Gözyaşlarım yanaklarımdan dökülürken sevgi açlığımın bu kadar bariz olduğunu öğrendiğim için utandım. Bir şeyler söylemek istedim, yanlışlıkla olduğunu söylemek istedim, kötü biri olmadığımı ama Dina’nın gözlerindeki bakış buna engel oldu. Ne söylersem söyleyeyim bana inanmayacaktı. Zaten şu an olduğumdan çok daha kötü bir duruma düşecektim. İyice zavallı olacaktım onu gözlerinde, sanki yeterince değilmişim gibi.

Arkasını dönüp giderken onu durdurmak istedim ama ne söyleyeceğimi bilemedim. Bilseydim de boşuna olurdu zaten. Kapıdan çıkmadan önce tekrar bana döndü ve gözlerimiz buluştu.

“Artık gerçekten ölmenin bir yolunu bulmalısın Tialina çünkü bundan sonra yaşayacağın şeyler karşısında her saniye ölmeyi dilemeni sağlayacağım.” Kapıyı kapattıktan sonra hıçkırıklara boğuldum.

Söylediği her cümlenin doğru olması canımı çok yakıyordu. Aptal ve acınası görünüyor olmalıydım. Beni sevmemelerine şaşmamalı. Önce ailemi hayal kırıklığına uğratmıştım şimdi de buradaki insanları. O kadar yaklaşmıştım ki beni kabullenmelerine. Ama yine her şeyi son anda mahvetmiştim.

Ben buydum belki de. Kocaman bir başarısızlık. Zorlamaya ya da farklı beklentiler içine girmeye gerek yoktu. Neye elimi atarsam mahvediyordum. Bir değil, iki değildi. Bu kaçıncıydı artık.

Ben de istiyordum ölmeyi. Ben de istiyordum kendi dünyama dönmeyi. Ben de sizi sevmiyorum diye bağırmak istedim ama sözlerim fısıltıdan ilerisine gidemedi. Duygularımın içinde boğuluyormuş gibi hissediyordum. Kalbim ağrıyordu, başım patlayacak gibiydi.

Yataktan kalkıp çalışma masama ilerledim ve çekmeceden mektup açacağını aldım. İki bileğimi de kestikten sonra açacağı masaya bıraktım. Bugün Vorsius’u öldürmeyi başarmıştım. Kim bilir belki de şanslı günümdeydim. Hiçbir şey hissetmemiştim. Yatağıma geçip ince örtüyü üstüme doğru çektim ve gözlerimi kapattım. Uyumak için kendimi zorlamama gerek yoktu zaten mecbur uykuya dalacaktım.

Buraya geldiğimden itibaren olanları düşünmeye başladım, başlarda nasıl da hepimizin mutlu olduğunu… Bir anda her şey değişmişti. Sanki mutluluğumu benden alıp geldiğim dünyaya geri göndermişlerdi ve ben burada sonsuz hüzne mahkûm edilmiş gibiydim. Hatta daha da kötüsü benim mutluluğumu alırken geri kalan herkesinkini de çalmışlardı. Tek başıma mutsuz olmayı dert etmezdim ancak başkalarının benim yüzünden acı çekmesine dayanamıyordum.

Bu düşünceme gülmek istedim ancak o kadar halsizdim ki dudaklarımı kıpırdatamadım. Tam da Vorsius’u bu sebepten öldürmüşken şimdi düşündüklerim acınasıydı. İkiyüzlüydüm. Kimseyi hak etmiyordum. Mutluluğu hak etmiyordum. Dina haklıydı. Ben iğrenç biriydim.

Yatağımın kanla ıslandığını, bileğimden akan kanların geceliğime ulaştığını hissedebiliyordum. Göz kapaklarım kapanmak için mücadele ediyorlardı o yüzden bende savaşmadım. Kaybedeceğini bildiğin bir savaşta savaşmanın manası neydi zaten? Ölümün tatlı fısıltılarının ninnim olmalarına izin verdim.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla