Başımın içinde sanki birisi çekiçle vuruyormuş gibi hissederek gözlerimi açtım. Sanki başımın içinde zehirli bir duman dolaşıyor, kafamın derinliklerine inip düşüncelerimi görmeme izin vermiyor gibiydi.
Ne olduğunu anlamak ve etrafıma bakmak için yatığım yerden kafamı hafifçe kaldırdım. Küçük, kirli bir ahşap odada, ellerim önden bağlanmış halde yerde yatıyordum. Hâlâ buradaysam, biraz önce gördüklerim, buraya gelmeden önce hatırladığım anıların karışımı olmalıydı. Dudaklarımda acı bir gülümseme belirirken başımı geri yatırıp derin bir nefes verdim.
Ölmeye giderken bir arabanın çarpmasıyla ölmem neredeyse kahkaha atmama sebep olacaktı. Ölmeye karar vermemiş olsam bile yine de ölecek olmam rahatsız edici derecede gülünçtü. Hayatın ironisi gerçekten bu kadar acımasız mı olmak zorundaydı?
Yerde, bedenimi kaydırarak yan tarafımdaki duvara doğru yaklaştım ve sırtımı yasladım. Gülümsemem solarken, bacaklarımı kendime doğru çektim ve olabildiğince küçülmeye çalıştım.
Gerçekten öldüm, diye düşündüm. Belki de bu yüzden geri dönemiyorum, çünkü geri dönebileceğim bir bedenim yok. Ölü bedenimi görünce acaba annem söylediklerinden pişman olmuş muydu? Ya da hastaneye gelmeleri için arandıklarında babam endişelenmiş miydi? Belki de hemen ölmemiştim. Yaşam mücadelesi verirken annem ve babam başımda beklemişlerdi. Benim için gözyaşı dökerlerken son anlarımda yanımda olmuşlardı. Yanaklarım sıcak gözyaşlarımla ıslanırken acınası halime güldüm. Tam bir aptaldım. Sanki en son çok sevgi dolu ayrılmışız gibi saçma sapan hayallere kapılıyordum.
Yattığım yerden doğrulup oturur pozisyona geldim. Başımı arkamdaki duvara yaslayarak gözlerimi kapattım. Vücudumun her yeri soğuk ve büyük zincirlerle sarılmış ve her geçen saniye daha da sıkılaşıyormuşçasına ağrıyordu. Bileklerimdeki ipler fazla sıkıydı ve canımı yakıyordu.
Gözlerimi açıp ellerime baktım. Şimdiden bileklerim kızarmaya başlamıştı. Elbisemin kenarlarında kan damlaları vardı; öğlenki kargaşada üstüme sıçramış olmalıydı. Elbisemdeki kanları görünce gözümün önüne sabahki halim geldi. Elbisemin, yüzümün ve ellerimin her yeri kanla kaplanmıştı. Kendimi tekrar her yerim kanla kaplıymış gibi hissetmeye başladım. İğrenç hissediyordum. Duvarlar üstüme üstüme geliyordu sanki.
Biraz debelenerek ayağa kalktım ve odadaki ufak pencereye doğru ilerledim. Demirlikten tutunarak dışarı bakmaya çalıştım. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. O kişi birazdan burada olurdu.
Kapının diğer tarafından gelen gürültülerle çoktan geldiğini anlayarak derin bir nefes verdim. Sonunda bu iğrenç odadan çıkacaktım. Gürültü ve kavga sesleri bir süre daha devam etti, ardından eski tahta kapı hızla açıldı ve onu gördüm. Işığın ulaşamayacağı ücra noktalardaki gölgeler kadar siyah saçları ve buna tezat beyaz bir teni vardı. Açık griye çalan gözleri, yakışıklı yüzüyle bir uyum içindeydi. Hışımla açılan kapıdan içeri girerken benim için o anda dünya sanki daha yavaş dönüyordu.
Siyah, dikkat çekici bir ceket giymişti; omuzlarındaki altın işlemeler ve zincirler, zarafetle gücü aynı anda yansıtıyordu. İçindeki yelek, vücut hatlarını kusursuzca sarıyor, yapılı vücudunu gözler önüne seriyordu. Beyaz gömleğinin geniş kolları hafifçe kabarıyor, belindeki kılıcı ise neredeyse bir aksesuar gibi, kıyafetini doğal bir şekilde tamamlıyordu. Belindeki kemerinde kılıcı ve ufak bir hançer takılıydı.
Hızla yanıma gelip ellerimdeki ipleri hançeriyle kesti ve beni kollarının arasına aldı. Bir eliyle başımın arkasından, diğer eliyle de belimden sımsıkı sarılırken ben ona geri sarılmadım. Sakin sesiyle “Şükürler olsun ki iyisin.” derken içimin ısınmasını engel olamasam da gözlerimi devirerek içimden psikopat diye geçirdim. Bazen senaryoya uygun sözler söylemeyi seviyordu.
Kollarını bedenimden çekerek elimi tuttu ve kulübenin çıkışına doğru yöneldik. Biraz önce geldiği odanın içinden geçerken etrafa baktım. Her yer darmadağındı ve haydutlar bilinçsizce yerde yatıyorlardı. Hepsi perişan haldeydi. Etrafa baktığımı gören Vorcius —adı buydu—bir elini gözlerimin önüne getirerek görüşümü kapatmaya çalıştı. Geç kalmıştı ama bu artık önemli değildi; çünkü böyle sahneleri daha önce defalarca görmüştüm. Bir eli gözümdeyken, diğer eliyle belimden tutarak beni kulübenin çıkışına yönlendirdi.
Temiz hava yüzüme çarpınca derin bir nefes aldım. Vorcius, gözlerimden elini çekse de belimden tutmaya devam ediyordu. Tek kelime konuşmamıştık, her zamanki gibi. Bakışlarımı kaldırarak hiçbir duygu içermeyen yüzüne baktım. Her seferinde beni kurtarmaya gelmekten bıkmış olmalıydı. Atının yanına geldiğimizde, diğer elini de belime götürerek ata binmem için yardımcı olmak istedi ama ellerini ittirerek ormanın içine doğru yürümeye başladım.
“Kısa bir molaya ihtiyacım var,” dedim. Henüz atla yolculuk etmeye hazır değildim. Kendimi çok kötü hissediyordum; sabah içtiğim zehrin ve buraya getirilmeden önce kokladığım uyuşturucunun etkisinden hâlâ kurtulamamış gibiydim. Vücudum acı içindeydi; biraz nefes almaya ve kendime gelmeye ihtiyacım vardı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Vorcius arkamdan. Cevap verecek halim olmamasına rağmen, “Biraz temiz havaya alıp, hemen döneceğim,” demeyi başarabildim. Başım zonklarken yürümekte bile zorlandığımı hissediyordum.
“Buraya kadar senin için geldiğim halde hâlâ seni beklemem gerektiğini mi söylüyorsun?” Cevap vermeden ilerlemeye devam ettim. Şu an onunla tartışacak gücüm yoktu. Ormanın derinliklerine doğru ilerlerken derin derin nefesler alıp veriyordum. Sanki aldığım hava tüm sorunlarımı çözebilecekmişçesine ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye devam ettim. Yine de temiz hava sayesinde şu an çok da iyi hissettiğim bir gerçekti.
“Yeterince aldıysan temiz havanı, yola koyulalım artık.” Vorcius çoktan bana yetişmiş ve arkamdan gelirken konuşmuştu. “Senaryo çekmesini yaşamak istemiyorum.” Sanki uzun zamandır yürüyormuşum gibi konuşması sinirimi bozmuştu. “Tamam, kaçmıyorum ya bir yere. Geleceğim. Biraz müsaade etmeni istiyorum sadece,” diye çıkıştım.
“Daha ne kadar zamana ihtiyacın var? Hızlıca yola çıkıp günü bitirmek istiyorum. Eminim senin de isteğin bu yöndedir, değil mi?” Vorcius, kolumdan tutup beni kendine döndürürken sakince konuşmuştu.
Beni tutan elini tutarak kolumdan ayırdım ve gözlerinin içine bakarak, “Evet, benim de isteğim bu yönde. Yalnızca biraz zamana ihtiyacım var. Şu an at sırtında bir yolculuk çekebilecek durumda değilim. Biraz anlayış göstermek seni öldürmez, biliyorsun.” dedim. Arkamı dönerek yürümeye devam ettim. Biraz çenesini kapalı tutup bana zaman verebilse çok daha hızlı toparlanabilirdim ama konuşarak beni takip etmeye devam etti.
“Şu an bu kadar bencillik yapacak bir pozisyonda değilsin, unuttun mu?” Bencillik mi? Ben mi? Beni ne kadar tanıyorsun ki benimle bu şekilde konuşabilecek cüreti kendinde buluyorsun, diye düşünürken ilerlemeyi kestim ve olduğum yerde durdum. Hakkımda hiçbir şey bilmezken benimle bu şekilde konuşamazdı.
“Neden bu kadar büyük bir problem haline getirdiğini anlamıyorum. Zaten belirli bir döngüde yaşıyorsun bunları. Şimdiye alışmış olman gerekirdi.” Alışmış olmam mı gerekirdi? Bunca eziyete? Benimle dalga geçer gibi konuşması sinirimi bozmuştu.
Arkamı dönerek yüzüne baktım. Dünya yansa umurunda olmayacak bir bakışla yüzüme bakıyordu. “Şu iğrenç dünyanın içindeki en az bencil insan benim, Vorcius,” dedim sakin kalmaya çalışarak. “Buradaki herkes için her gün ölüyorum ben. Yaşadıklarım her seferinde ilk sefermiş gibi canımı acıttığı için senden özür dileyecek değilim.”
Verdiğim cevap onu eğlendiriyormuş gibi dudaklarına alaycı bir gülümseme yerleştirdi. Tek kaşını kaldırırken bana doğru bir adım attı. “Kızdınız mı leydim?” Bir adım daha yaklaşınca ben de geri çekildim. “Peki ya senin huysuzlukların yüzünden bizim çektiğimiz acılar? Senaryoya uymadığın için yaşadığımız onca tekrar? Onun acısını hiç deneyimlemediğin için senin için konuşması kolay belki de?” Vorcius bana doğru ilerlerken, ben de geri çekilmeye devam ettim. Artık yüzünde gülümsemeden eser yoktu.
“Senin küçük keyfin istemediği için uymadığın her aptal senaryo, her seferinde bizi aynı sahneyi tekrar tekrar oynamaya zorluyor. Ta ki iç organların daha fazla dayanamayıp iflas edene kadar.” Artık yüzüne bakamıyordum. Bir eliyle çenemden tutup gözlerimin içine baktı.
“Yani ölene kadar.” Gözlerimi kaçırıp konuşmaya çalıştım. “B-Ben…” Vorcius, elini çenemden çekerken konuşmama izin vermedi. “O çok bahsettiğin ölüm, şimdi o kadar da büyük bir mesele gibi görünmüyor, değil mi? Herkes senin yüzünden yeterince acı çekiyor; bu yüzden bu tarz saçma şeyler için bu kadar gürültü yapmana gerek yok.” Doğru söylüyordu. Herkes zaten yeterince acı çekiyordu. Ama peki ya ben? Benim de canım acıyordu. Onlar bunları nadiren yaşarken ben her gün yaşamak zorundaydım. Nasıl benden daha çok acı çektiklerini iddia edebilirdi?
“Ben bunları her gün yaşıyorum, Vorcius. Senin gibi bir ya da iki kere ölmedim ben. Her gün ölüyorum. Her gün. Çektiklerimizi bu şekilde karşılaştıramazsın!” Sakin başlamış olsam da sonlara doğru sesim yükselmişti. Yaşadıklarımı bu şekilde küçük görmeye hakkı yoktu.
“Bizim özgür irademiz yok, Tialina,” dedi Vorcius, elini saçlarına atarak bağırdı. “Bizim hayatımız senin lanet olası çevrende dönüyor. Günümüz dudaklarının arasından çıkan tek bir söze bakıyor. Sence aynı hayatı mı yaşıyoruz?”
Histerik bir gülüş attıktan sonra konuşmaya devam etti. “Evet, her gün ölmek zorundasın, çünkü o ölü olduğun kısacık sürelerde hepimiz kendi hayatlarımızı yaşayabiliyoruz. Biraz olsun nefes alabiliyoruz.”
İki omzumdan kavradı ve eğilerek yüzünü benimle aynı hizaya getirdi. “Nefes almaktan bahsediyorum, Tialina. Nefes almaktan. Bu kadarını çok görmemelisin.” Kollarımı bırakıp arkasını dönerken konuşmaya devam etti. “Tek yapman gereken ölmek. Yine de en çok acıyı sen çekiyormuşsun gibi davranıyorsun.”
Henüz birkaç adım ilerlemişti ki bir anda durarak tekrar yanıma geldi. Kemerinden hançerini çıkararak ellerime tutuşturdu. “Bu dünyadaki en büyük başarısızlık sen olsan da denemekten asla vazgeçme. Belki bir gün başarırsın ölmeyi.” Başarısızlık? Tekrar önüne dönerek yürümeye devam etti. “Hadi, gidelim artık. Bu kadar geciktiğimiz yeter.” Başarısızlık mı?
Bakışlarımı sırtından çekip ellerimdeki hançere odakladım. Ben başarısızlık mıydım? Kimsenin beni tanımadığı bu yerde bile mi başarısızlıktım? Buraya gelmeyi en başında ben istememiştim. Bu dünyayı da ben kurmamıştım. Sanki bütün bunların hepsini ben istemişim gibi davranmalarını anlayamıyordum.
Neden onların mutluluğu için hayatını feda eden ben olmalıydım? Bunların hiçbirini ben istememiştim, ama yine de sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda olan bendim. Kimse beni umursamazken, onların biraz nefes alabilmesi için benim nefesimin kesilmesi gerekiyordu, öyle mi? Yine hayatımı birileri için harcamalıydım. Çünkü ben bir başarısızlıktım.
Nereye gidersem gideyim böyle mi olacaktı? Her zaman bir başarısızlık olarak başkalarını mutlu etmek için mi yaşamak zorundaydım? Neden? Neden kimse bir kez olsun beni sevemiyordu? Neden feda edilen hep benim hayatım olmak zorundaydı? Neden benim de bir insan olduğumu unutuyorsunuz? Neden benim hayatım nereye gidersem gideyim ıstırap dolu olmak zorunda? Neden beni kabullenmiyorsunuz? Neden ben? Neden ben? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? Neden? NEDEN? NEDEN? NEDEN? NEDEN? NEDEN? NEDEN?NEDEN? NEDEN? NEDEN?NEDEN!? NEDEN!? NEDEN!!?NEDEN!!? NEDEN!!!!? NEDEN-
“-lina?” Vorcius’un sesiyle kafamı kaldırarak bir anda gerçekliğe döndüm. Vorcius, gözleri büyümüş, dudakları şaşkınlıkla açılmış bir şekilde bakıyordu. “Ne yaptın sen?” derken elleriyle ellerimi kavradı. Ben? Bakışlarım ellerime kaydığında gördüğüm manzara karşısında ne yapacağımı bilemedim. Bunu ben mi yaptım? Ellerimdeki hançer Vorcius’un göğsüne saplıydı. Kafa karışıklığıyla ona baktım.
“B-ben- Sen- Ne-” Ben mi Vorcius’u bıçaklamıştım? Vorsius ellerini ellerimden çekerek yarasına götürdü. Bir adım geri atınca hançer göğsünden çıktı ve ben ellerimde kanlı hançerle kalakaldım. Vorsius sendeleyerek birkaç adım daha geri gitti ve boşta kalan eliyle yakındaki ağacın gövdesine tutunarak bana baktı. Artık şaşkınlığının yerini öfke almıştı.
“Sen.” dedi dişlerinin arasından. Ardından bakışlarını yarasına çevirdi ve birkaç saniye sonra kahkaha atmaya başladı. Tüm bedenim buz keserken ona baktım. İfadesini göremeyeceğim bir pozisyonda deli gibi gülüyordu.
Sonunda kafasını geri yatırıp gülmeye devam ederken yüzüne bakabilme fırsatı bulabildim. Çok… tuhaf görünüyordu. Neden gülüyordu anlamıyordum. Gülmeye devam ederken bakışlarını bana doğru çevirdi ve bana doğru yürümeye başladı. Henüz birkaç adım atmıştı ki bir anda gülüşü kanlı öksürükleriyle kesildi. Ardı ardına öksürürken daha fazla dayanamayıp dengesini kaybetti ve sırtüstü yere düştü.
Onunla birlikte bacaklarım beni daha fazla taşıyamadılar ve yere düştüm. Ne yapmam gerektiğini bilemedim. Emekleyerek Vorcius’un yanına gidip yarasına baktım. Hiçbir şey anlamıyordum. En son Vorcius atına doğru ilerliyordu, ne olmuştu ki bir anda bu durumun içine düşmüştük?
“Ben… ben özür dilerim. Bilerek yapmadım. Nasıl oldu anlamadım.” diyebildim titreyen dudaklarımın arasından. Ellerini yaraya bastırarak her şeyin iyi olacağını söylerken onunla mı yoksa kendimle mi konuşuyordum, emin değildim. Birini öldürmüş olamazdım. Hayatımda daha önce kimseyi incitmemiştim. Bu da neydi şimdi?
Bir yandan yaraya bastırmaya devam ederken Vorcius’a baktım. Dudakları bembeyaz olmuştu ve gözleri kapalıydı. Ölmüş olamazdı. Olmamalıydı. Yaradan ellerimi çekerek yüzüne yaklaştım. Bir elimi burnunun altına götürerek nefesini kontrol etmeye çalıştım ama anlamıyordum. Nefes alıyor muydu, almıyor muydu, algılayamıyordum.
Aniden bana doğru gelen bir elle irkildim. Vorcius gözlerini açmış, elini yanağıma doğru uzatıyordu. Anlayamıyordum, yaşananların önemli olmadığını mı söyleyecekti? Yanağımı eliyle buluşturmak için biraz eğdim ancak o yanağımı geçerek elini enseme götürdü.
Dudakları hafifçe hareket ediyordu ama ne dediğini anlayamıyordum. “Ne diyorsun, anlamıyorum ama her şey yoluna girecek. Yarın eskisinden de daha iyi uyanacaksın, merak etme.” Sesim titrerken elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. “Uyandığım zaman… seni-” Uyandığı zaman mı? Beni ne?
Gerilmiştim. Kalp atışlarım o kadar hızlı ve gürültüydü ki Vorcius’un söylediklerini duyamamaktan korkuyordum. Vorcius ensemdeki elini sıkılaştırarak beni kendine doğru sertçe çekti ve sonunda söylemek istediğini söyleyebildi.
“Uyandığım zaman… Kendini ölü say.” Cümlesini tamamlar tamamlamaz beni tutuşu zayıfladı ve eli göğsünün üstüne düştü. Olduğum yerde donakaldım. Hayır, hayır, hayır. Bu olamaz, olmamalı. Kafamı kalbine koyup nabzını dinlemeye çalıştım ama hiçbir şey duyamadım. Kalbi atmıyordu artık. Ölmüştü. Çok sevdiği nefesini ben kesmiştim.
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
adamı öldürdü ya la
napsın, sinirlendi kızcağız