11. BÖLÜM GÜNEY’İN ÖLÜMSÜZÜ!

10 0 27 Ekim 2024

Sabahın soğuk sessizliğinde uyandım; ince sisler çökmüş hanın taş duvarlarına, sanki gecenin bütün sırlarını içine hapsetmiş gibiydi. Adımlarımı yavaşça atarak dışarı çıktım, ağır ve karanlık düşünceler aklımda gezinirken. Ama o anda, sanki gölgelerin içinden doğar gibi, gözümün önünde bir hayalet belirdi. Lord Thorqin, uğursuz bir heykel gibi karşımdan bakıyordu, derin sessizliği bozan fısıltısı kulaklarımda yankılandı:

“Güney’in Ölümsüzü’nü öldür… Ondan istediğin bir şey var,” diye fısıldadı. Bu sözü söylerken bakışlarında öyle bir kasvet vardı ki, sanki bütün dünyanın lanetini gözlerime kazıyordu. Ne sormama, ne cevap vermeme fırsat bırakmadan bir an içinde dağılıp yok oldu, sanki göğe karışan bir sis parçası gibi.

Bir hedefim vardı artık. Güney’in Ölümsüzü… Bu ismi biliyordum; efsanelerden tanırdım onu, Güney’in Ölümsüzü’nün yeri söylentilerde anlatılsa da, oraya varan tek bir kişi bile geri dönmemişti. Bu sadece bir söylenti değil miydi? Kendi kendime “neyse,” diye mırıldandım, ama yüreğimdeki lanetten kurtulma arzusu ağır bastı. Atımı hazırladım, yola çıktım, her adımda belirsizlik ve kararlılık arasında gidip gelerek.

Üç gün, ormanların ve dağların gölgeli yollarında geçtim. Anlatılan hikayelere göre efsanenin derinliklerinde saklı olduğu yere varmıştım, ama içimde huzursuz bir şüphe dalgalandı. Lord Thorqin’in amacı beni oyalamak mıydı, yoksa gerçekten bir şeylerin peşinde miydi? Geri dönemezdim; kuşku içinde kaybolan bir ruh, sonsuza dek lanetlenir. Karşımda, devasa bir dağın eteğine kurulmuş küçücük bir kulübe vardı, koskoca dağın zirvesinde, tek başına bir kulübe, doğanın devasa güçleriyle alay edercesine duruyordu. Şüpheyle kapıyı çaldım. Kapı açıldığında, gözlerimin önünde bir adam ve iki çocuğu belirdi; baba, yüzünde hafif bir tebessümle, “Siz kimsiniz, efendim?” diye sordu.

“Buralarda Güney’in Ölümsüzü olarak bilinen bir canavar varmış,” dedim tereddütsüzce, “onu bulmaya geldim.”

Baba ve çocuklar gülmeye başladılar; kahkahaları dağın yankılarında kaybolurken, “O sadece bir efsane, gerçek değil ki!” diye yanıt verdiler. O anda gerçekten kandırıldığımı düşündüm, ama bu ailede garip, rahatsız edici bir şey vardı. Şüphelerim beni burada tutuyordu. Kulübenin yakınındaki ormanlık alanda, gözetleyebileceğim bir nokta bulup kampımı kurdum. Bu gece burada kalacaktım; gözlerim, gece boyunca tekinsiz kulübenin üzerinde olacaktı.

Ancak gecenin ilerleyen saatlerinde hiçbir şey olmadı, her şey fazlasıyla normaldi. Belki de gerçekten kandırılmıştım. “Yarın kuzeye dönerim,” diye düşündüm. Göz kapaklarımın ağırlaşmasına engel olamadan uykuya daldım.

Fakat uyku, bir huzur vaat etmedi; karanlık bir rüyanın içinde, kulübenin ayaklanıp göğe yükseldiğini gördüm. Ayakları altında ezilirken duyduğum o ruhların kahkahası yüreğimi delip geçti. Aniden uyandım; korkunun soğuk izleri bedenime sinmişti. Bu işte daha fazlası vardı. O evi kontrol etmeden hiçbir yere gidemezdim.

Kararlılıkla kulübeye doğru ilerledim. Etrafta sessizlik hakimdi, ışıklar kapalıydı; aile uyuyor olmalıydı. Pencerelerden birini zorlayarak açtım ve içeri süzüldüm. Yataklarında uyuyor görünen baba ve çocukların yanına yaklaştım, fakat ölü olduklarını anlamam uzun sürmedi. Bedenlerinde yaşamın sıcaklığı yoktu; buz gibi ve hareketsizlerdi. Aşağıdan gelen boğuk bir kükreme sesini duyduğumda geriye sadece bir soru kaldı: Bu işin arkasında kim vardı?

Babalarının yatağının altında bir geçit bulmam fazla zaman almadı. Düşünmeden içeriye atladım, dar ve karanlık merdivenlerden aşağıya indim. Aşağıda beni kasvetli bir zindan karşıladı. Her adımda cesetlerin ağır kokusu ve kemiklerin keskin görüntüsü zihnimi kör bir korkuya sürüklüyordu. Zindan boyunca duyduğum derin kahkahalar tüylerimi diken diken etti; sonunda bir kapının ardında beliren korkunç suret, beni karanlığın en dip köşesine çekti.

Güney’in Ölümsüzü, devasa boynuzları ve iğrenç yüzüyle önümde duruyordu. Yüksek, tiz bir sesle konuşmaya başladı, “Beni bulduğuna şaşırdım. Demek sonun da o ailenin sonu gibi olsun istiyorsun.” Sözcüklerin arkasına saklanan, gülüşünde saklı iğrenç alay içimi kasıp kavurdu. Tereddütsüz kılıcımı ona savurdum, ama devasa pençeleri her darbemle dalga geçercesine kılıcımı savuşturdu. Kahkahalar arasında, “Burada öleceksin, Warner!” diye bağırdı.

Bir an için duraksadım; adımı nereden biliyordu? Düşüncelerim daha fazla sorgulamaya fırsat bulamadan, üzerime atıldı. Son anda yana kaçtım, onun öfkeyle bükülen suratını izledim. Canavar, her hamlesinde daha da vahşileşiyordu. Kaçışlarım onun tahammülünü taşırmıştı; tiz sesiyle, “Kaçmadan dövüşemiyor musun, Warner?” diye bağırdı. Umursamadan geriye çekildim, ama bir süre sonra kendimi duvara yaslanmış halde buldum. Artık kaçacak yerim kalmamıştı; ölümsüz, zafer kazanmış bir gülümsemeyle elini üzerime savurdu. Kılıcımı çıkardım ve pençelerini karşılamaya çalıştım, ama o da diğer pençesiyle aynı anda vurdu. Vuruşun şiddetiyle geri savruldum, duvara çarpıp yere yığıldım. Son darbeyle pençeleri bana çarpıp beni duvarla ezdiğinde gözlerimde karanlık bir perde indi.

Canavarın sesi, ölümün sert bir emri gibi yankılandı: “Öl.” Göğsüme inen pençesinin acısını hissettim, bilincim yavaşça kapanırken etrafı bir kahkaha kapladı. Bu sona mı gelmiştim? Gerçekten… öldüm mü?

ölemem!” diye haykırdım, ama bu yalnızca içimde yankılanan boş bir çığlıktan öteye gidemedi. Bedenimde soğuk bir karanlık yayılırken, yaşamın gitgide kayıp gittiğini hissediyordum. Ve o anda, gölgelerin arasından Lord Thorqin belirdi, gülümseyerek bana bakıyordu.

“Selam, Warner,” dedi, sesi alay doluydu. “Öleceğini biliyordum. Ama üzülme… Lanetin seni iyileştirecek; yalnız, karşılığında daha da hızlı bir şekilde canavarlaşacaksın.”

Sözleri zihnime bir mızrak gibi saplandı. Hiçbir şey diyemedim; bir itiraz ya da isyan, dilimin ucunda bile kıpırdamadı. Gitgide kapanan gözlerimin ardından, Lord Thorqin kayboldu.

Fakat bu son değildi; göz kapaklarım yeniden aralandığında, karşımda aynaya bakarak gülen Ölümsüz, büyük ve uğursuz suretiyle karşımda duruyordu. Onun dikkatini çekmeden kılıcımı kavradım ve hızla ona doğru atıldım. Hançerimi saplayarak ayağını hedef aldım, şaşkınlıkla geriye sendeledi. “Sen… ölmedin mi?” diye bağırmaya kalmadan kılıcımı savurdum ve başına ölümcül bir darbe indirdim. Keskin çeliğin acımasız darbesiyle kafasını ortadan ikiye yardım, ve uğursuz çığlıkları zindanı kaplarken, ölümsüzün bedeni yavaş yavaş kül oldu.

Küllerin arasından bir kristal belirdi; kasvetli, soğuk bir taş. O an Lord Thorqin yeniden göründü ve ürkütücü bir ifadeyle, “Bu, Kibirin Taşı,” dedi. “Bunu kullan ve ruhları kendine çek; bu taşla iyileşecek, güçleneceksin.” Tek bir söz bile söylememe fırsat kalmadan yine kayboldu.

Kristali elime alır almaz, kulağımda binlerce ruhun fısıltılarını duydum; anlamı olmayan ama derin, iç karartıcı sözlerle beynimi kemiriyorlardı. Kısa bir süre sonra sustular, ama taşı elimde tutarken bile içimde bir ağırlık, bir kasvet hissettim. Bu taşı nasıl kullanabileceğimi öğrenmek için kuzey ülkesine, kraliyet büyücüsünün yanına gitmeliydim.

Çadırımın yanına döndüğümde zırhımı çıkarıp kollarıma baktım. Thorqin’in dediği doğruydu derimde, gitgide yayılan pullar vardı. Ölümün sınırından her dönüşümde bu lanet daha da ilerleyecekti; bir gün ben de bir ölümsüze, bir yaratığa dönüşecektim.

Fakat şimdilik bu korkuyu bir kenara bırakmalıydım. Şimdi kralın yanına dönme vaktiydi; kendime bir ordu toplayıp Güney’e sefere çıkmalıydım. Eğer gerçekten bu yaratığa dönüşmek istemiyorsam

-DEVAMI SONRAKİ BÖLÜMERLERDE-

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla