Bölüm 7

55 0 22 Eylül 2024

Odamdaki koltukta oturmuş sinirle yanağımın içini kemiriyordum. Kollarım birbirlerine kenetlenmişti ve o pisliği düşünüyordum. Ona güvenip haritamı göstermiştim ama o ne yapmıştı? Çalmıştı. Sanki kendisine aitmiş gibi çalmıştı. Sabahın erken saatlerinde onu bulmak için evine gitmiştim ama benden önce yola çıkmıştı.

Sinirden saçlarımı yolmak üzereydim ki aniden kapımın açılmasıyla gelen kişiye döndüm. “Selam.” Öfkeyle oturduğum yerden kalktım. Büyük adımlarla yanına gittim ve yanağına en güçlü tokadımı yapıştırdım. Adi herif geri dönmüş, hiçbir şey olmamış gibi selam veriyordu. Sinirime yenik düştüm ve tekrar tokat atmak istedim ama eliyle engelledi. Diğer elimi de tokat için kaldırdığım sırada iki elimi birden tutarak beni duvara sabitledi.

“Sen misafirlerini böyle mi karşılıyorsun?” Hala dalga geçiyordu. “Sen misafir değilsin. İğrenç bir hırsızsın sadece.” derken umutsuz bir çabayla ellerimi kurtarmaya çalışıyordum. “Bırak beni.”

Dudaklarını büzdü. “Hm, önce iyi bir kız olacağına söz ver.” Çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum. Kendini ne sanıyordu? “Bırak beni hırsız. Çaldığın haritamı da geri ver.”

“Çalmadım. Ödünç aldım. Şu an buradayım, değil mi?” Sahi, neden geri dönmüştü? Merak etsem de sorarak ona istediğini vermeyecektim. Kollarımı tekrar çekiştirdim. “Bırak artık.” Gözlerime bakarken yavaşça ellerimi çözdü. Ellerini havaya kaldırırken adım adım geri gitti. ‘Saldırmayacağıma’ emin olduktan sonra biraz önce benim oturduğum koltuğa oturdu.

“Neden geri döndüğümü merak etmiyor musun?” bileklerimi ovuştururken ona baktım. Deli gibi merak ediyordum ama sormamaya kararlıydım. “Hayır.”

Dudakları alayla kıvrıldı. “Peki. Ben yine de söyleyeyim. Şehrin kapılarından çıkıp Yalnız Orman’ın içine girdim. Tıpkı haritada olduğu gibi. Ama sonra bir şey oldu.” Merakla kaşlarımı kaldırdım ama devam etmedi. “Otursana.” Eliyle yanını işaret ediyordu.

Gözlerimi devirerek yanına oturdum. İşler hep onun istediği gibi gitmeliydi. “Ormanın içinde ilerlemeye devam ettiğim halde birden kendi evimin arkasındaki ormanda buldum kendimi. Defalarca denesem de sonuç hep aynı oldu.” Arkasına yaslanarak bana baktı. “Sonra aklıma sen geldin.”

“Ben mi?”

“Evet, sen.” Yüzünü bana doğru yaklaştırdı. “Sen bu dünyanın başrolüsün. O yüzden ben de düşündüm ki, belki de başrol benimle olmadığı için gidemiyorum.” Başrol mü? Kendime bir tek ben öyle diyorum sanıyordum.

Kollarımı kavuşturdum. Gidemediği için gitmemişti ve şimdi de benim yardımıma ihtiyacı vardı. “Yani?” derken sesime istemsizce üstünlük havası sinmişti.

Tavrımı görünce gülümsedi. “Yani, birlikte gidelim. Nasıl olsa bana ihtiyacın var.” Tek kaşımı havaya kaldırdım. “Öyle mi?” Kafasını onaylarcasına salladı. “Öyle. Yalnız başına ormanı geçemezsin. Fazla tehlikeli.”

Koltukta kayarak yanıma yaklaştı. “Yanında benim gibi güçlü bir adam olursa seni hiçbir şey incitemez.” Gözlerimi devirdim. “Ben başrolüm, unuttun mu? Hiçbir şey beni zaten incitemez. Sen kendini düşün.”

“Bensiz yapamazsın.”

“Yaparım.” Neden kendinden bu kadar emindi? Kendisi çok güvenilirmiş gibi, haritamı çalmamış, beni öldürmemiş gibi bana güvenlik teklif ediyordu.

“Pekâlâ. Harita bende.” Üstünlüğüm bir anda kaybolmuştu. Ayağa kalkarak ne yapacağımı düşünmeye başladım. Onunla yolculuğa çıkamazdım. Ona güvenemezdim. Ama haritasız da yolculuğa çıkamazdım. Her türlü çıkmazdaydım.

“Kabul et, başka çaren yok.” Haklıydı. Beni köşeye sıkıştırmıştı. “Tamam.” dedim bozguna uğrayarak. Koltuktan kalkarken gözleri zaferle parlıyordu.

“Ne zaman yola çıkıyoruz?”

“Şimdi.” Şimdi mi? Sorar gözlerle ona baktım. “Zaten hazırlıklarını dün geceden yapmışsın. Üzerini değiştir ve aşağı gel.” Çoktan kapıya yönelmişti. “Vakit kaybetmenin manası yok.”

Yenilgiyle kendimi yatağıma attım. Olaylar hep bir şekilde onun yararına işliyordu. Dina başıma gelip hazırlanmamı söyleyene kadar gözlerimi kapattım. Yorucu bir yolculuk olacağı kesindi.

Dina düğmelerini iliklerken, üzerime geçirdiği korsenin sıkıca oturduğunu hissediyordum. Hafif beyaz bir gömlek ve sıkı bir pantolon giymiştim. Korseme bağlı kayışta hançerim takılıydı. Deri eldivenler parmaklarımı sararken uzun çizmeleri giydiğimde hazırlığımın bittiğini sansam da Dina son olarak boynumdan genişçe bir pelerin bağladı. Şimdi hazırdım.

Çabuk adımlarla aşağı indim. Vorsius, çoktan atının yanında beni bekliyordu. Gözlerim bir an için üzerinde gezindi. Siyah, zırhla kaplı pelerini omuzlarından dökülüyor, zeminde dalgalanıyordu. Her yerinde ince detaylarla işlenmiş altın motifler vardı. Üstünde siyah bir gömlek ve altında da aynı şekilde bir pantolon vardı.

Atımın yanına gidip ufak basamağa çıktım ve bindim. Beni görünce Vorsius’ta atına bindi ve ilerlemeye başladı. Dış kapıya ulaştığımızda son bir kere arkama baktım. Malikâne, çalışanlar, Dina ve Noben. Burayı asla özlemeyecektim. Atımı dehleyerek çoktan ilerlemiş olan Vorsius’a yetiştim. Onu arkadan takip ediyordum.

Şehrin büyük kapılarından geçip ormanın içine dalmamız uzun sürmedi. Yemyeşil ağaçlar önümüzdeki yol boyunca uzanıyordu. Belirgin bir patika nereden gitmemiş gerektiği konusunda bize yardım ediyordu. Atın üstündeyken hissettiğim tatlı esinti zihnimi sakinleştiriyordu.

Bir süre sakince ilerledikten sonra havanın kararmaya başlamasıyla Vorsius durdu, ben de onunla birlikte durdum. “Hava daha fazla kararmadan burada kamp yapalım.” Çoktan atından inmiş, benim yanıma gelerek elini bana uzatmıştı. Elini tutarak attan indim. Yardım etmesine şaşırmıştım.

Atımın ve kendi atının yularını tutarak biraz ormanın içine doğru ilerledi. İkisini de ağaca bağlayıp yatmak için getirdiğimiz derileri aldı. Birini bana verirken bir yandan da kendininkini yere serdi. “Ateş için odun toplayıp geleceğim. Bir yere ayrılma.” Sanki ayrılabilirmişim gibi.

Kısa bir süre sonra elinde dallarla geri döndü. İkimizin yatağının ortasına ayarlayıp, birazcık uğraştıktan sonra ateşi yaktı.

“Ateş yakmayı nereden biliyorsun?” diye sordum. O bir düktü. Böyle şeyleri bilmesi şaşırtıcıydı. Duraksayarak bana baktı. Kafası karışmış görünüyordu. “Bilmiyorum. Hatırlamıyorum.” Kafasını iki yana sallayarak devam etti. “Önemli değil. İlk nöbeti ben alırım. Sen dinlen.” Bu nazik daveti geri çevirmedim ve kafamı sallayarak serdiğim derinin üstüne yattım. Ona arkamı döndüm ve uykunun beni kollarına almasına izin verdim.

*****

Kuşların cıvıldamaları ve yeni doğmaya başlayan güneşin ışınları bize eşlik ederken, çoktan yola koyulmuştuk. 3 gündür yoldaydık ama hala ne kadar yolumuz kaldığından emin değildik. Ormanın içinde yolculuk yapmak insanı huzurlu hissettiriyordu. Vorsius’la aramızda garip bir uyum vardı. Gerekmedikçe birbirimizle konuşmadan işlerimizi halledebiliyorduk.

İkimiz de geceleri uyurken geçmiş hayatımızdaki anılarımızla boğuşuyorduk. Benim zaten iyi bir anım yoktu. Bu yüzden her uyandığımda bir öncekinden daha yorgun oluyordum. Sormamış olsam da, anladığım kadarıyla Vorisus’un da anıları pek keyifli değildi. Rüyalarında genelde tek bir ismi haykırıyor ve sürekli o kişiden özür diliyordu. Ya da öfkeyle intikam yeminleri ediyordu.

Her ne kadar merak etsem de ona ne gördüğünü sormadım. Onun da bana sorarak acınası geçmişimi öğrenmesini istemiyordum. Hem kendi dünyamda hem de bu dünyada ezik olarak görünmek rahatsız edici olurdu.

“Belki ormandan kaynaklıdır.” Kafamı çevirerek ona baktım. Bir süre sonra yan yana ilerlemeye başlamıştık. Bana dönerek sözlerine devam etti. “Geçmiş anılarımızın peşimizi bırakmamalarından bahsediyorum. Ya da çıkışa yaklaşmaya başladığımız içindir.”

“Belki de.” dedim onu onaylayarak. “Belki gerçekten ormanla alakalıdır. Buradan çıktığımız zaman her şeyi unuturuz.”

“Unutmak ister miydin?” dedi sakince. Unutmak ister miydim? Evet, anılarımın çoğu kötüydü ama onları unutmak istemek aklıma gelmemişti daha önce. Kafamı iki yana salladım. “Hayır.” Unutursam bir ailem olmazdı. Ayrıca buraya geldiğimden beri hatırlıyordum. Benim için unutmak söz konusu olmamıştı hiçbir zaman. “Uyandığın zaman gözlerin kızarık oluyor. Unutmak isteyeceğini düşünmüştüm.”

“Kötü anılarımdan başka bir şeyim yok. Onları da unutursam ben kaybolurum.” Cümleler dudaklarımdan dökülünce şaşırdım. Ona bu kadarını bile söyleme niyetim yoktu. Bakışlarındaki acımayla yüzleşmek için ona döndüm ama acıma yoktu, anlayış vardı. Onun da hayatı zor geçmiş olmalıydı. “Peki ya sen?” diye ekledim.

“Ben de unutmak istemezdim. Senin gibi benim de sahip olduklarımın hepsi kötü anılardan oluşuyor.” Kafamı sallayarak önüme döndüm. Geçmişlerimiz benzer olmalıydı. Bir şekilde bu kısa konuşmanın bizi yakınlaştırdığını hissettim.

“Hava kararmadan burada kamp yapalım.” Kafamı sallayarak atımı durdurdum. O çoktan atından inmiş bana elini uzatmıştı. Bu yaptığını bilerek mi yapıyordu emin değildim. Uzattığı eli tuttum ve indim. İkimizin de atını alarak bir ağaca bağladı. Artık rutin haline gelmiş bir şekilde yataklarımızı serdik ve Vorsius ateş yaktı. Getirdiğimiz yiyeceklerden yiyip karnımızı doyurduktan sonra Vorsius bir sorun olursa onu uyandırmamı söyleyerek yattı. Bu gece nöbet sırası bendeydi.

Yola çıktığımızdan beri sırayla nöbet tutuyorduk. Yorulan diğerini uyandırıyordu. Henüz hiçbir tehlikeyle karşılaşmamış olsak da Vorsius böyle yapmamız konusunda ısrar ediyordu.

Bacaklarımı kendime yaslayarak geçmiş yaşamımı düşündüm. Muhtemelen onlar beni özlememiş olsa da, ben ailemi özlemiştim. Ailemden başka kimsem yoktu. Aslında vardı. Bir tane arkadaşım vardı. Ailemden nefret ediyor, hep beni savunuyordu. Onu düşününce dudaklarım sevgiyle kıvrıldı.

Benim için endişelenmiş olmalıydı. Ona bunu yapmaya hakkım yoktu. Geri dönünce ona kocaman sarılmalıydım.

Atların huzursuz homurdanmalarıyla düşüncelerimden sıyrıldım. Ayağa kalkıp yanlarına gittim ve kafalarını severek sakinleştirmeye çalıştım. Ama fayda etmiyordu. Çok huzursuzlardı. Adeta bir uyarı vermek istiyor gibilerdi.

Duyduğum hırıldamalarla yerimde buz kestim. Olduğum yerde gözlerimle etrafı taradım.

Kurtlar.

Keskin gözler bana bakıyorlardı. Hem de sayıca fazlalardı. Vorsius’a seslenmek için dudaklarımı araladım ama çoktan kalkmış, kılıcını kınından çıkarıyordu. Benimle göz göze gelince konuştu. “Arkama geç, Tia.” Lafını ikiletmeden çabuk adımlarla arkasına geçtim. Kılıcını sıkıca kavramıştı ve savaşa hazırdı.

“Hançerini eline alsan iyi olur.” Arkasına dönüp göz kırptı ve ekledi. “Her ne kadar kullanmana gerek kalmayacak olsa da.” Kafamı onaylayarak salladım ve hançerimi elime alıp sıkıca tutmaya başladım. Daha biraz önce tehlikenin olmadığını düşünüyordum. Şimdi tehlikenin tam ortasındaydık.

Aniden yan tarafıma düşen kurt kafasıyla çığlık attım ve elimi ağzıma götürdüm. Midem bulanıyordu ama kusamazdım. Ne ara… diye düşünürken Vorsius çoktan birkaç tanesini haklamıştı. Kurtları benden uzaklaştırarak ormanın içine doğru ilerliyordu.

Onu izlerken elimdeki hançere sıkıca sarıldım. Belki de ona yardım etmeliydim. Bir tanesini haklayabilirdim. Sanırım. Hepsiyle baş edemeyebilirdi. Çok fazlalardı.

Vorsius önünde bir kurtla mücadele ederken, arkasından bir tanesinin sinsice yaklaştığını gördüm. Ona ulaşmasına izin veremezdim. Hızla yerlere bakındım. Bir şekilde kurdun ilgisini bana yöneltmeliydim. Bulduğum ufak bir taşı alıp, gözümle kurdu hizaladım ve taşı fırlattım. Ama kurda ulaşmadı. Onun yerine Vorsius’un sırtına gelmişti.

Gözlerim kocaman olurken özür dilemeye hazırdım. Attığım taşla birlikte Vorsius, arkasına kısa bir bakış attı. Ardından önündekini halledip hızla arkasındakinin kafasına kılıcını sapladı. Kurt hiçbir ses çıkaramadan can vermişti. Bacağını yerde yatan kurdun bedenine atıp bana bakarken sırıtıyordu. “Uyarı için teşekkürler leydim.”

Kurdun kafasına saplanmış kılıcını çekti ve üzerindeki kanları postuna sildi. “Bir dahakine taş yerine sözlerinizi kullanırsanız memnun olurum.” Sinirlenmemişti. Öfkeli bir tepki vereceğini sanıyordum.

“Özür dilerim.” Utançla kafamı eğdim. Önümde durduğunu ayakkabılarından anlamıştım. Sinirlenmesi hakkıydı. Kötü şeyler söylerse ona karşı çıkamazdım. Ne kadar aptal ve beceriksiz olduğumu söylemesi için bekledim. Ama o öyle yapmadı.

Koca eliyle saçlarımı karıştırarak “İyi iş.” dedi. Ellerim kafama giderken şaşkınlıkla ona baktım. Neden böyle davranmıştı? Neden sinirlenmiyordu?

“Uyu biraz.” Kendi yatağına geçip sırtını ağaca yaslamıştı. “Hayır.” dedim hızla. “Sen uyu. Yorulmuş olmalısın.”

“Sen daha yorgun görünüyorsun. Ayrıca birkaç köpekçiği dövdüm diye yorulacak biri değilim ben.” Yüzündeki ve ellerindeki kanları siliyordu. Uyumak istemiyordum. O uyumalıydı. Dün gece de nöbet tutmuştu ve bu gece de çok az uyuyabilmişti.

“Tia.” İlgimi çekmek için seslendi. “Kafanda hayallere dalacağına uyu. Sen uyusan da uyumasan da, ben uyumayacağım.” Kararsızlıkla ona baktım. Uyumam için beni ikna etmeye çalışıyor gibiydi. Ama neden beni önemsesindi ki?

Kafamı iki yana salladım. “Uykum kaçtı.” Hafifçe güldü. Ateşin yanına oturarak bacaklarımı kendime çektim. Sıcaklık yavaşça vücudumu sarmalamaya başlamıştı. Gözlerim Vorsius’a kaymıştı. Ateş yüzünün yarısını aydınlatıyordu. Yüzü yorgun görünüyordu. Gözleri kapalıydı ama uyumadığını biliyordum. Eli belindeki kılıcındaydı. Herhangi bir tehlikede harekete geçmeye hazırdı.

Ona uyumasını, biraz dinlenmesini söylemek istedim ama dudaklarımdan farklı kelimeler döküldü. “Rava kim?” Rüyalarında en çok sayıkladığı ve özür dilediği isim buydu. Kim olduğunu ve neden ondan bu kadar fazla özür dilediğini merak ediyordum.

Gözlerini yavaşça açarak bana baktı. Hızla açıklama yapma gereği duyarak ekledim. “Uyurken hep bu ismi sayıklıyorsun, merak ettim.” Belki de sormamalıydım. O bana sormamıştı. Haddimi aşıyordum belki de. Bana biraz yüz vermişti ve-

“Kız kardeşim.” Kafamı onaylarcasına salladım. “Uyurken onu sayıkladığımı bilmiyordum.”

“Genelde ondan özür diliyorsun. Ona… kötü bir şey mi oldu?” Tedirgince sordum. İlk defa gözleri acıyla dolarken yanıtladı. “Evet. Hayatını mahvettim.” Bakışlarından bile ne kadar acı çektiğini anlayabiliyordum. Söylediği şeye rağmen, bir şekilde iyi bir abi olduğunu biliyordum. Ne yaptığını bilmesem de onu teselli etmek istedim. Ama nasıl yapacağımı bilemedim. Daha önce kimseyi teselli etmemiştim.

“Benim hiç kardeşim olmadı.” dedim aniden. “Ailem beni küçükken yetimhaneden almış. Evlat edinildiğimde çok küçüktüm o yüzden pek bir şey hatırlamıyorum.” Neden birden kendi hayat hikâyemi anlattığım hakkında hiçbir fikrim yoktu.

“Aslında iyi bir çocuk olacağımı düşünmüşler. Yetimhanede en uslusu benmişim.” Bakışlarımı önümdeki ateşe sabitlerken konuşmaya devam ettim. Neden devam ettiğimi bilmiyordum. “Tabii sonradan anladılar benim aslında pek de iyi bir çocuk olmadığımı. Beni değiştiremeyecekleri için de büyütmeye devam ettiler. Bu yüzden onlara minnettarım.”

Ellerimi ateşe doğru uzatıp ısıtmaya başladım. Hava birden fazlasıyla soğumuştu. “Küçükken çok isterdim bir kardeşim olmasını. Bir süre anneme bunun için yalvarmıştım. Benimle birlikte oynayabilecek bir kardeşim olmasını çok istemiştim.” Ateş sanki vücudumu ısıtmıyordu. Ellerimi biraz daha yaklaştırdım.

“Ama annem zaten bir yetime bakmanın fazlasıyla zor olduğunu, bir taneyle daha uğraşamayacağını söylemişti. Haklıydı da. Ben yeterince zorluk çıkarıyordum zaten-“

Aniden belimden geri çekildim. Sözlerim yarım kalırken beni çeken Vorsius’ a baktım. Ellerimi tutmuş ve sahip olduğumuz soğuk sudan dökmeye başlamıştı. “Kendini yakmak mı istiyorsun?” Dediğini anlamayarak ona baktım. Ellerim acımıyordu bile. Hafifçe kızarmadan başka bir şey yoktu. “Acımıyor.” dedim.

Suyu yavaşça dökmeye devam ediyordu. “Çünkü seni zamanında çektim.” Gözlerime baktıktan sonra şaşırarak sordu. “Acımıyorsa neden ağlıyorsun?” Ağlıyor muydum? Farkında değildim. Canım gerçekten acımıyordu. O halde neden ağlıyordum gerçekten?

İç çekerek ellerimi bıraktı ve omuzlarımdan tuttu. “Tia. Bunu sana bu kadar yıl boyunca nasıl kimse söylemedi bilmiyorum ama onlar senin ailen değil. Gerçek aileler böyle davranmaz.” Söyledikleri içimi yanımdaki ateşten daha fazla ısıtmıştı. Belki de haklıydı. Belki de gerçek aileler böyle değildi. Belki de gerçek aileler okuduğum kitaplardaki gibiydi. Ama benim ailem de böyleydi. Bana bu yaşamı sundukları için onlara minnettar olmalıydım.

Beni şaşırtarak gözyaşlarımı sildi. “Benim gibi biri bile söyleyebilir bunu.” Bana bakmadan fısıltıyla konuştu. Bunu duymamı istediğinden bile emin değildim.

“Şimdi hak etmeyen insanlar için gözyaşı dökmeyi kes ve uyu.”

Beni bırakarak ayağa kalktı ve eski yerine geçti. “Yarın şişik gözlerinle yolu göremediğin için huysuzluk ettiğinde, benden sana yardım etmemi bekleme.” Ucuz sözlerine karşılık dudaklarımda bir gülümseme belirdi. Söylediği şeyler kalbimi yumuşatırken, bedenim itiraz etmek için fazlasıyla yorgundu. Olduğum yere kıvrılarak gözlerimi kapattım.

*********

Başımda hissettiğim bir ıslaklık aniden nerede olduğumu sorgulamama yol açtı. Saçlarımdan damlayan beyaz sıvıya baktım. Süt. Başımdan aşağı süt dökülmüştü. Ellerine ve ayakkabılarıma baktım. Küçüklerdi. Üstümde okul üniformam vardı.

Başımı kaldırarak etrafıma göz gezdirdim. İlkokulumdaydım. Etrafımdaki kişilere baktım. Hepsi sınıf arkadaşlarımdı. Hepsinden nefret ediyordum. Ama en çok sütü döken kızdan. Okula başladığımda benimle arkadaş olmuş ardından en büyük zorbam olmuştu.

“Ne o sıçan? Bana öfkeyle bakmaya cesaretin mi var?” dedikten sonra beni yere itti. Kanayan bacağıma bakarken acıdan gözlerim yanmaya başladı. Hiçbir zaman acıya karşı toleransım yüksek olmamıştı.

Hepsi birlikte bana gülerlerken zorla sırt çantamı sırtımdan aldılar. İçindekilerin yere dökülmesini izlerken dudaklarım kendiliğinden hareket etti. “Neden?” Neden bana bunu yapıyorsunuz? Neden ben? Neden?

Gülüşmeler devam ederken saçımdan çekilerek ona bakmaya zorlandım. Nefret ettiğim surata. “İğrenç sıçan bir şeyler söylemeye çalışıyor sanırım. Ne dedin sıçan?” Gözyaşlarımın akmaması için mücadele ederken bağırdım. “Neden! Neden bana bunu yapıyorsunuz?”

Saçımı bırakarak şaşırmış bir şekilde bana baktı. “Bugün yürek falan mı yedin?” Çenemi sıkıca kavradı. “Sana bizimle konuşabileceğini kim söyledi?” Elini sertçe ittim. Gözyaşlarımla olan mücadelemi kaybetmiştim çoktan.

“Neden bana bunu yapıyorsun? Neden? Arkadaştık önceden, birden neden değiştin?” Zorlukla konuşabildim. Hıçkırmadan ve korkmadan konuşabilmek çok zordu benim için. Şaşkın bakışlarının içini hızla öfke doldurdu ve yanağıma sert bir tokat attı. “Neden mi?”

Alayla güldü. “Madem nedenini bu kadar merak ediyorsun sana söyleyeyim.” Çenemi tekrar tutarak ona bakmamı sağladı. “Çünkü sen bir yetimsin. Anne ve babanın attığı, kokuşmuş bir çöpten başka bir şey değilsin.” Beni bırakarak sertçe ittirdi.

“Çünkü kimsenin umurunda değilsin.” Yere döktüğü eşyalarımın arasından cüzdanımı eline aldı. İçindeki paraları cebine koyarak boş cüzdanı kucağıma fırlattı. “Ve bu da bize, sana istediğimizi yapma hakkını veriyor.”

Çantamı tekmelerken arkasını döndü. “Yarın daha fazlasını getirsen iyi olur. Kırtasiyeye yeni bir çanta gelmişti.”

Sözleri kalbime bıçak gibi saplanmıştı. Haklıydı. Kelimesi kelimesine haklıydı. Ben bir yetimdim. Beni evlat edinen ailem bile beni umursamıyordu.

Ayağa kalkıp eşyalarımı topladım. Anneme yakalanmadan eve gittiğimde her şey düzelecekti. Sıcacık bir duş her kötü anıyı silerdi, böyle diyordu okuduğum kitapta. Her şey yoluna girecekti.

Okulumun kapısından çıkarak beni bekleyen arabaya bindim. Şoför bile bana acıyan gözlerle bakıyordu, acınasıydım. Daha öncesinde zorbalık gördüğümü aileme söyleyerek bana yardım etmek istemişti ama bu her şeyi daha da kötüleştirmişti. Annem çok sinirlendiği için üç gün boyunca yemek yememe izin vermemişti. Sonuçta onun evinde yaşıyordum. Ne diyebilirdim ki? Benim iyiliğim için yapıyordu.

“İyi misin evlat?” Dikiz aynasından şoförle göz göze geldim. Sesindeki şefkat tüylerimi ürpertmişti. Kafamı salladım. “Lütfen anneme söyleme.” Bana anlayışla baktı. “Söylemem.” Ona güvenebileceğimi hissettim. İyi biriydi.

Eve varır varmaz, şoförü beklemeden kapımı açıp içeri koştum. Anneme yakalanmamalıydım. Sinirliyken beni sevmediğinden şüphe ediyordum hep. Bu davranışımın yanlış olduğunu biliyordum ama kafamdan geçen düşüncelere engel olamıyordum.

Odama gitmek için hızla merdivenleri çıkmaya başladım ama duyduğum sesle ayaklarım yere mühürlendi. “Dur bakalım orada.” Babam evdeydi ve beni görmüştü. “Buraya gel.” Düşünmeden dediğini yaptım. Salonun ortasına doğru ilerleyerek oturduğu koltuğun karşısında ayakta durdum.

“Okulda zorbalık mı görüyorsun?” Ne diyeceğimi bilemeyerek baba baktım. Bana yardım mı edecekti? Belki de beni umursamıyor değildi, sadece göstermiyordu. Yardım edecekti elbette. Beni anlayışla dinleyecek, bana yardım edecekti. Çünkü aileler böyle yapardı.

“Evet baba-” Yanağımda hissettiğim yanmayla babam görüş açımdan çıkmıştı. Elimi yanağıma götürürken bakışlarımı ona çevirmeye korkuyordum. Hemen dibimdeydi ama ona bakamıyordum bile. Bana vurmuştu. Hatalı olan benmişim gibi.

“Zorbalık görüyor musun diye sordum sana.” Gözlerimi korkuyla ona çevirdim. Ne söylememi istiyordu? Doğru cevap neydi? “Evet-” aptal gibi yanıt hakkımı tekrar evet ile kullandığımda aldığım tek şey bir diğer tokattı. Düştüğüm yerden ona baktım.

“Neden bana vuruyorsun baba? Hatalı olan ben değilim.” Gözyaşlarım arasından zorla konuşuyordum. Babam yavaşça yanıma doğru eğildi. “Sinirlendin mi?”

Kafamı salladım. Sinirlenmiştim. Bu adil değildi. “Güzel. Bu sinirini hatırla.” Gözlerime bakarken konuştu. “Çünkü kurbanların sinirli olmaya hakkı olmaz.” Anlamıyordum. Beni eğitmeye mi çalışıyordu? “Şimdi tekrar soruyorum sana Tialina. Okulda zorbalık görüyor musun?”

Şimdi anlıyordum. Kurban olduğum sürece ailem bile yanımda olmayacaktı. Bir yetim her zaman bir yetimdi. “Hayır baba.” Babam memnuniyetle gülümsedi. Ayağa kalktı ve elini tutmam için uzattı.

Elini tutarak kalktım. Omzumu sıkarak “Aferin kızıma.” dedikten sonra beni arkasında bırakarak evden çıktı. Bu, babamdan aldığım ilk ve son iltifattı. Beni sevdiğini hissettiğim tek anım buydu. Belki de gerçekten seviyordur diye düşünmüştüm. Yoksa bana neden kızım desin ki? Odama giderken kendime, babamı bir daha asla hayal kırıklığına uğratmayacağıma dair söz vermiştim ama babam bir daha beni hiç övmedi.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla