14│Ömrümün Sonuna Kadar

49 0 22 Eylül 2024

Hava, yavaşça kapanan bir perde misali, gökyüzünü kasvetli
bir griye bürüyordu. Mumbai’nin daracık, kıvrımlı sokaklarından biri, bu göksel
değişimin altında kendi sessizliğine gömülmüştü. Yaşlı binalar, yorgun
cepheleriyle sokağı çevrelerken, çatılarında birikmeye başlayan yağmur
damlaları, usulca bir melodinin ilk notalarını mırıldanıyordu. Sokak lambaları
henüz yanmamıştı, fakat gün ışığının çekilişi, gölgeleri uzatırken sokağın
üzerindeki ağırlığı hissettiriyordu.

Kaldırımlar, yer yer çatlamış taşlarıyla yılların
hikâyelerini fısıldarken, ara sıra geçen bisikletlerin çıtırdayan tekerlek
sesleri bu melankolik senfoniye eşlik ediyordu. Bir köşede, küçük bir çay
tezgâhı, kaynayan demliklerden yükselen buharıyla misafirlerini selamlıyordu.
Tezgahtaki fincanlar, yağmurun habercisi olan rüzgârda küçük bir titreme ile
birbirine dokunup hafif bir tını yaratıyordu.

Vikram, sıranın ona gelmesini beklerken, tezgahtaki
hareketliliği izliyordu. Tezgâhın ardındaki adam, ustalıkla çayı fincanlara
dökerken, bir yandan da ince ince doğradığı zencefili karışıma ekliyordu. Her
bir fincan, dikkatle hazırlanmış, içlerine serpilen misket limonu ve
baharatlarla tamamlanıyordu.

Çay tezgâhının hemen yanında, rüzgârın hafifçe
dalgalandırdığı bir bez tente, yağmurun ilk damlalarına karşı siper
oluşturuyordu. Vikram, çevresine göz gezdirirken, insanların çaylarını alıp
hızlı adımlarla uzaklaşmasını izledi. Kalabalığın arasından usulca tezgâha
sokulduğu bir an, gözleri satıcının maharetle doldurduğu fincanlarda takılı
kaldı. Bu anın sıcaklığına sığınmak istercesine, hafif bir tebessümle seslendi:

“İki bardak çay alabilir miyim? Ama sıradan olmasın,
hava bu kadar kasvetliyken bizi biraz neşelendirecek sihirli bir karışım olsun,
lütfen!”

Ben motosikletin üzerinde oturmuş, Vikram’ın çayları
almasını izlerken, o kalabalığın arasından sıyrılıp bana doğru gelmeye başladı.
Elinde taşıdığı iki fincanın sıcaklığı, soğuk havaya meydan okurcasına etrafına
buharlar saçıyordu. Vikram, yanımda durup bir fincanı bana doğru uzattığında,
buhar yüzüme doğru nazikçe yükseldi; bu, yağmur öncesi havanın serinliğine
karşı adeta bir sıcaklık davetiyesiydi.

Vikram, gözlerinde şakacı bir parıltıyla bana baktı.

Hadi, tadına bak; bakalım gerçekten sihirli miymiş?
Beğenecek misin, merak ediyorum?”

Çayın buğusu, taze demlenmiş baharatların kokusunu burnuma
taşırken, fincanı iki elimle kavradım. İlk yudumu aldığımda, içime yayılan
sıcaklık, soğuk havayı ve üzerimdeki tüm yorgunluğu silip süpürdü. Kendime
gelirken, arka arkaya birkaç yudum daha aldım. Vikram, beni kıkırdayarak
izliyordu; gözlerinde dostça bir muziplik parlıyordu. Ardından, elindeki
bardağı yavaşça dudaklarına götürdü.

“İşten çıktığımda, eve gitmeden önce mutlaka buraya
uğrarım. Günün yorgunluğunu burada, bu çayın sıcaklığında atmak gibisi
yok.”

Vikram, dışarıdan bakıldığında, modern dünyanın bir parçası
gibi görünse de, ruhunda geçmişin izlerini taşıyan bir gezgin gibiydi. Bu
tezatlık, onu daha da ilginç ve derin kılıyordu; sanki her anı, iki dünyanın
buluştuğu bir köprüde yaşıyordu.

“Çoğu zaman buraya tek başıma gelirim; buraya
getirdiğim ilk arkadaşım sensin.”

Vikram’ın yüzüne dikkatle baktığımı fark ettiğinde,
derinlerde bir yerlerde saklı olan yalnızlığını anlamış olduğumu sezdi. Bu
anlayışla dolu bakışlarımın etkisiyle, dudaklarında beliren ince bir gülümseme,
aramızdaki sessiz anlaşmayı pekiştiriyordu.

“Senin tarafından bir arkadaş olarak kabul
edildiğimi hissediyorum; umarım bu his beni yanıltmıyordur.”

“İçindeki ses sana doğruyu söylüyor, Vikram;
arkadaşız.”

Vikram, motosikletin metal aksamına hafifçe basarak,
dirseğini bacağına yaslayıp düşünceli bir pozisyonda durdu. Bu hareketi, içinde
büyüyen merakı ve biraz da tereddüdü ele veriyordu. Gözleri, sormak istediği
sorunun ağırlığını taşıyor, ancak dile getirme konusunda çekingen bir tavır
sergiliyordu. Onun bu tereddütlü halini gördüğümde, hafif bir gülümsemeyle
cesaret vermek istedim.

“Sormak istediğin bir şey mi var, acaba?”

Vikram, kem küm ederek düşüncelerini toparlamaya çalışırken,
elini çenesine götürüp kirli sakalını kaşıdı. Gözlerindeki tereddüt,
kararsızlıkla birleşmişti, ancak sonunda cesaretini topladı.

“Yanlış anlamazsan, Salman Khan ile olan bağlantını
sormak isterim.”

“Haklısın, benim ve Salman Khan’ın adı bir arada
anılınca kulağa oldukça tuhaf geliyor olmalı.”

Bakışlarımı avucumda sıktığım boş fincandan kaldırmaksızın,
geçmişin derinliklerine dalarak anlatmaya başladım. Parmaklarımın arasında
duran soğuk porselen, o anın gerçekliğini hissettiren bir hatıra gibiydi.

“Bundan iki ay önce-“

Cümlem, boğazımda düğümlenen kelimelerle yarım kaldı.
İçimdeki duyguların yoğunluğu, bir an için beni susturdu. O an, Vikram yanımda
olduğunu hissettirerek elini uzattı ve nazikçe kolumu sıvazladı. Bu dokunuş,
içimdeki sessiz fırtınayı yatıştıran bir teselli gibiydi, beni konuşmaya teşvik
eden sessiz bir destek.

Derin bir nefes alarak, sözlerimi toparladım.

“Bir hastanenin bahçesinde karşılaştım onunla. Ben,
ruhumda ve bedenimde taşıdığım yaraların ağırlığı altında ezilirken, o ise bu
yaraları sarmaya hazır bir merhametle oradaydı.”

Salman Khan; o gün yalnızca bir tesadüf değil, kaderin
ördüğü ince iplikler arasında, geçmişin izlerini taşıyan anlamlı bir
karşılaşmaydı.

Eve dönüş yolculuğumuzda, gökyüzü gri bulutlarla ağırlaşmış
ve muson yağmuru aniden üzerimize boşalmaya başlamıştı. Caddeler, yağmurun
etkisiyle parlayan birer nehir gibi uzanıyor, asfaltın ıslak yüzeyi sokak
lambalarının solgun ışıklarını yansıtıyordu. Mumbai’nin sıkışık trafiği,
kaçınılmaz bir şekilde arabaları durma noktasına getirmişti. Vikram,
motosikletini ustalıkla bu duraklamış araçların arasında geçiriyor, yağmurun
altında adeta bir balık gibi kıvrak hareket ediyordu.

“Meena, sıkı tutun, şimdi hızlanıyoruz!”

Ben, arkasında oturmuş, şehrin yağmurla yıkanmış manzarasını
izlerken, içimde bir özgürlük hissi belirdi. Trafik nihayet açıldığında, Vikram
hızını artırdı ve ben de ellerimi omuzlarından çekip kollarımı iki yana açtım.
Yağmur, yüzüme tazeleyici bir serinlik getirirken, saçlarımda yankılanan her
damla, içimdeki mutluluğun birer yankısıydı.

Nihayet Galaxy Apartmanı’nın önüne vardığımızda, sırılsıklam
olmuş bir halde motosikletten indim.

“Vikram, bugün bana göz kulak olduğun için teşekkür
ederim. Tek başıma olsaydım bu durum katlanılmaz olurdu, ama seninle her şey
çok daha eğlenceli hale geldi.”

“Huyum kurusun, Meena, insanları gülümsetmek benim
doğal bir yeteneğim. Belki de bu yüzden, sanırım bende şeytan tüyü var.”

Vikram, gülümseyerek kaskının vizörünü indirdi ve
motosikletinin motorunu bir kez daha canlandırarak hızla uzaklaştı. Yağmur
damlaları, onun arkasında bıraktığı ince iz gibi yola serpilirken, gözden
kayboluşunu izledim. Dış dünyayı yıkayan bu yoğun yağmurun altında, Vikram’ın
uzaklaşan silueti, anılarımda bir dostluğun sıcak izlerini bırakarak kayboldu.

Geniş, kahverengi kapıya doğru adımlarımı atarken, yağmurun
verdiği serinlik ve huzur iç içe geçmişti. Kapının önünde beni her zamanki
nezaketiyle selamlayan korumaya gülümseyerek karşılık verdim. Tam içeri adım
atmak üzereydim ki, bir an duraksadım. İçimde beliren bir merakla geri dönerek
korumaya baktım.

“Şey… Salman Bey henüz geri dönmedi mi?”

“Üzgünüm, efendim. Salman Bey dönüş saatini
bildirmedi, bu yüzden kesin bir bilgi veremem.”

Başımı düşünceli bir şekilde sallayarak avluya adım attım.
Yağmur, üzerimde ince bir örtü gibi serilmeye devam ederken, Salman’ın
arabasının otoparkta olmadığını fark ettim. Bu eksiklik, içimdeki merakın ve
belirsizliğin bir yankısı gibi yankılanıyordu. Daha fazla ıslanmamak adına
adımlarımı hızlandırarak apartmana doğru koştum, yağmur damlaları ardımda minik
su birikintileri bırakarak izimi sürdüler.

Dairenin kapısını açtığımda, üzerimden damlayan suların
zeminde oluşturduğu minik adacıklarla vestiyere yöneldim. Islak çantamı kancaya
asıp, topuklu sandaletlerimi dikkatlice önüne bıraktım. Sanki her biri, dış
dünyanın fırtınalı yüzünden geriye kalan birer anıydı.

“Ben geldim, Bijal yenge.”

Salona adım attığımda, üzerimden süzülen suların serinliği
hala tenimde hissediliyordu. Bijal yenge, divanda oturmuş, önündeki geniş
tepside taze kişniş yapraklarını temizliyordu. Parmakları zarif bir şekilde
yaprakları saplarından ayırırken, beni bu halde görünce gözleri şaşkınlıkla
açıldı. Yüzündeki ifade, bir anlık şaşkınlığın ardından yerini endişeye
bıraktı.

“Arrey, Meena! Tamamen sırılsıklam olmuşsun!”

“Biraz ferahlık arıyordum.”

“Üşütüp hasta olmayı göze alarak mı? Aklını mı
kaçırdın, Meena?”

Belki de gerçekten aklımı kaçırmışımdır; fakat bu taze
yağmur damlalarının ruhuma işleyen serinliği, Nisha’nın üzerimde kurduğu
baskıya inat, içimde bir özgürlük hissi uyandırıyor.

Bijal yenge, kaşlarını hafifçe çatıp beni baştan aşağı
süzdükten sonra, kararlı bir ses tonuyla beni doğruca banyoya yönlendirdi.
Yağmurun üzerimde bıraktığı serinliği sıcak bir duşun buharıyla değiştirmek,
adeta bir ritüel gibi, tüm yorgunluğumu alıp götürdü. Duşun ardından, pamuklu
pijamalarımın rahatlığına büründüm ve yatağımın üzerine bağdaş kurarak oturdum.

Biraz sonra, Bijal yenge elinde buharı tüten bir bardak
sütle odaya geldi. Sütün sıcaklığı içime işlerken, Bijal yenge havluyu eline
alıp saçlarımı nazikçe kurulmaya koyuldu.

“Ah, böyle bir havada ferahlık arayışına çıkmana
sebep olan neydi?”

Bardak dudaklarıma değmişken, bir an durakladım; sütün
sıcaklığı ile düşüncelerimin serinliği arasında kısa bir tereddüt anı yaşadım.
Bu sessizliği, Bijal yengenin nazik ama kararlı sesi bozdu.

“Her neyse, Sanjeet birazdan burada olur. Hadi,
akşam yemeğini hazırlamaya başlayalım.”

Bijal yengenin bu sözleri, bizi mutfağın sıcak atmosferine
ve yemek hazırlamanın sade telaşına yönlendirirken, dışarıda yağmurun ritmik
sesi eşliğinde, evin içinde farklı bir müzik yankılanmaya başladı.

“Salim amca, bu plağı dinlemeye ne dersin?”

Gramofonun üzerinde durduğu oymalı, yuvarlak yan sehpanın
alt rafından dikkatlice bir plak seçtim. Plağın nostaljik kapağını usulca
okşarken, doğrulup arkamı döndüm. Fakat Salim amcayı göremeyince, bir an için
duraksadım. Yemek odasında tek başıma olduğumu fark ettiğimde, sessizliğin
içimde yarattığı ürperti, derin bir nefesle birlikte içime işledi.

“Salim amca! Salma teyze! Neredesiniz?”

Etrafı dinlediğimde, salon tarafından gelen ve mırıldanmayı
andıran belirsiz konuşmalar kulağıma çalındı. Salim amcanın orada olabileceğini
düşünerek, seslenmek istedim. Ancak sessizliğin cevapsızlığı, içimde büyüyen
bir tedirginliğe dönüştü. Adımlarım beni salona yönlendirdi; her biri, ahşap
zeminde yankılanarak, içimdeki huzursuzluğu daha da artırıyordu.

Salona doğru attığım adım, beni ansızın bambaşka bir âleme
taşıdı. Gözlerimi açtığımda, kendimi zamanın unuttuğu, tarih kokan bir avlunun
ortasında buldum. Bu yer, sanki bir masal diyarının kalbinde atıyormuş gibi
sessiz ve derin bir huzurla doluydu.

“Neredeyim ben, burası neresi?”

Gün ışığı, ahşap işçiliğinin ve zarif sütunların üzerinde
dans ediyor, yüzyılların sırrını fısıldıyordu. Her bir sütun, geçmişin
yankılarını saklayan birer bekçi misali duruyordu karşımda. Özenle oyulmuş taş
duvarlar, bu mekânın ruhunu ve karakterini oluşturan ince detaylarla
bezenmişti. Avlunun ortasında, küçük bir çeşme, sessizliği bozan tek ses olarak
suyun nazlı akışını yankılatıyordu; bu melodik akış, sanki mekânın ruhunu
besliyordu.

Yerden hafifçe yükselmiş merdivenler, yaşamın izlerini
taşıyan ahşap kapılara doğru uzanıyordu. Her kapı, ardında sakladığı hikâyeleri
merak eden gözlerime bir muamma olarak bakıyordu. Burada, zamanın ve mekânın
ötesinde bir dinginlik hüküm sürüyordu; sanki dünya dışındaki her şey
unutulmuş, sadece bu an kalmıştı.

İçimde tanıdık bir özlem dalgası kabarıyor; burası,
sanki uzun bir yolculuktan sonra döndüğüm yuvam gibi.

Avlunun ortasına doğru ilerlerken, başımın üzerindeki
kubbeye doğru yüzümü kaldırdım. Gökyüzüne açılan bu geniş kubbe, sanki zamanın
kendisi tarafından dokunmuş bir zarafet örtüsüydü. Gözlerim, kubbenin
detaylarında dans eden ışığın ve gölgenin oyununa takıldı. O sırada arkamda
yine aynı mırıldanmalar yankılandı, ancak bu kez kelimeleri ayırt
edebiliyordum:

“Birlikteliğimiz sona erdi
sevgilim,
Ah, yollarımız ayrıldı.
Kalbim kırıldı sevgilim,
Sevgi dolu kalbim parçalandı.”

Bu tanıdık melodinin yankısıyla irkilerek arkamı döndüm.
Gözlerim, gramofonun başında duran bir figüre takıldı. Adam, eski ama zarif bir
cihazı çalıştırıp yavaşça bana döndüğünde genç yaşta olan babam olduğunu
gördüm; yüzü, yıllar öncesinin anılarını taşıyan bir aynaydı adeta. O an,
zamanın ve mekânın tüm sınırlarının bu büyülü avluda kaybolduğunu hissettim.

Babam, gramofondan yükselen melodiyi mırıldanarak avlunun
diğer ucuna, ahşap bir salıncağın üzerinde oturan anneme doğru yürüdü. Annem,
nazik bir rüzgarın kollarında sallanır gibi salınıyordu. Babam yanına yaklaştı,
şarkının sözlerini yumuşak bir tonda mırıldanarak salıncağı hafifçe salladı.

“Meena, neden beni buraya getirdin?”

Kulağıma fısıldanan bu sözlerle ürperdim ve başımı omzumun
üzerinden çevirdim. Salman, beklenmedik bir şekilde yanı başımda duruyordu.
Varlığı, bu eski ve gizemli mekânda birdenbire belirmiş gibiydi. Onun buraya
nasıl geldiğini anlamaya çalışırken, zihnimdeki düşünceler bir girdap gibi
dönmeye başladı. O anın tuhaflığı, beni gerçeklikten koparıp bilinmezliğin
kucağına bıraktı.

Salman’ın varlığı, sanki bir hayal gibi, bir anda gözlerimin
önünden kayboldu. Onun ani yokluğunu bile fark edemeden, boşluğa bakakaldım.
Çevreme bakınırken, içimde bir huzursuzluk dalgası yükseldi. Düşüncelerim hâlâ
onun buradaki varlığını sorgularken, başka bir yönden gelen sesle irkildim.

“Yoksa beni ailenle tanıştırmak mı istedin?”

Sesin kaynağını bulmak için hızla o yöne döndüm, fakat
gözlerimin önünde beliren tek şey, ıssız bir boşluktu. Gözlerim boşluğun
derinliklerinde bir cevap ararken, içimdeki huzursuzluk gitgide büyüdü. Korku,
damarlarımda yavaşça dolaşmaya başlamış, kalbimin atışını hızlandırmıştı.
Etrafımı saran bu belirsizlik, zihnimin derinliklerinde yankı bulan sorularla
birleşerek içimde kasvetli bir ağırlık oluşturdu.

Ancak, düşüncelerim bu bilinmezliğin içinde çırpınırken, o
ürkütücü ses bir kez daha kulaklarımda yankılandı, adeta karanlık bir fısıltı
gibi zihnime işledi.

“Peki, onlar gerçekten senin ailen mi?”

Bu sözlerin ardından avlu, derin bir karanlığa gömüldü, ve
ben içimde yükselen korkuyla birkaç adım geri çekildim. Ayaklarımın altındaki
taşlar, sanki bu kasvetli atmosferin bir parçasıymış gibi soğuk ve kaygandı.
Bir an sırtım beklenmedik bir şekilde sert ve sıcak bir yüzeye çarptı. Kalbim
hızla çarparken, dönüp baktığımda karşımda duran varlığı fark ettim.

Kırmızı bir ışık yavaşça yanmaya başladı, etrafı saran
karanlığı delip geçerken onun yüzünü gölgelerden çekip çıkardı.

“Su-Suneel…”

Yüzündeki gülümseme, karanlık bir gölgenin ardında beliren
hain bir sır gibi belirginleşti. Dudaklarının kenarı sinsice yukarı kıvrılmış,
gözleri ise buz gibi bir parıltıyla bakıyordu. Elimi nazikçe, fakat bir o kadar
da kararlılıkla tuttu. Parmaklarının soğuk dokunuşu, içimde bir ürperti
uyandırırken, kendime olan hakimiyetimi kaybettiğimi hissettim.

“Meena, yüzüğünü neden takmadın? Seni hâlâ çok
seviyorum. Peki ya sen? Bu, karşılıksız bir aşk değil, öyle değil mi?”

Elimi geri çekmeye çalıştım, fakat o sıkıca tuttu ve bir
anda beni kendine doğru çekti. Göğsüm onun göğsüne değdiğinde, aramızdaki
mesafe tamamen kayboldu. Kalbimin çarpıntısı, onun nefes alışverişiyle
senkronize olmuş gibiydi. Elini nazikçe yanağıma koydu; dokunuşu, bir zamanlar
paylaştığımız anıların sıcaklığını taşır gibiydi.

“Söylesene sevgilim, beni hiç mi özlemedin?”

Kabustan aniden uyandığımda, ciğerlerime dolan havayı büyük
bir açgözlülükle içime çektim. Nefes nefeseydim; sanki karanlık bir uçurumdan
düşüyormuşum gibi hissetmiştim. Gözlerim, odanın loş aydınlığında korku dolu
bir belirsizlikle gezindi. Bir an için nerede olduğumu, hangi gerçeklikte
bulunduğumu ayırt edemedim.

Gözlerim yavaşça odanın tanıdık detaylarını seçmeye
başladığında, bir nebze olsun rahatladım. Yatak odamın güven verici huzurunu
hissettim. Yastığımın altında duran telefonumu elime alıp saate baktım; bu
sırada ekranın aniden aydınlanmasıyla kalbim bir kez daha sıkıştı. Salman’dan
gelen bir aramaydı.

Telefonu titreyen ellerimle açtığımda ise, karşı taraftan
gelen ses beni şaşkına çevirdi.

“Meena Hanım, ben Pratap. Bu saatte sizi rahatsız
ettiğim için özür dilerim, ancak gerçekten mecbur kalmasam aramazdım.”

“Pratap, neden sen arıyorsun? Salman Bey
nerede?”

Bir anlık sessizlik, geceyi daha da derinleştirirken, hattın
diğer ucundan gelen yutkunma sesi, içimdeki korkuyu daha da büyüttü. Telefona
iki elimle sıkıca sarıldım, sanki bu küçük cihaz bana bir nebze olsun güven
verebilirmiş gibi.

“Niçin sessizsin? Lütfen, konuş.”

“Sa-Salman Bey bir kaza geçirdi, şu anda
hastanede.”

Yüreğimin derinliklerinde yankılanan acı, bir kaybı daha
kaldıramayacağımın sessiz çığlığıydı; zira her ayrılış, ruhumdan koparılan bir
parça gibi eksiltiyordu beni.

Ancak bu kez eksilmek yerine, tamamlanmayı arzuluyordu
yarım bırakılmış hayallerim.

Salman’ın kaza geçirdiğini öğrendiğimden beri içimdeki
huzursuzluk bir türlü dinmek bilmiyordu. Evin duvarları üstüme geliyordu adeta;
bu yüzden, içimdeki sesin baskısına boyun eğerek hastaneye gitmeye karar
verdim. Ancak gecenin karanlığı ve yalnızlığın getirdiği tehlike, zihnimin bir
köşesinde yankılanıyordu. Pratap’ın kimseye haber vermemem konusundaki uyarısı,
apartmandaki tanıdık yüzlerden yardım istememi engelliyordu. Böylece aklıma
gelen tek kişiyi, güvenebileceğim yegâne dostu aradım.

“Vikram, sana ihtiyacım var; gelmen gerek.
Güvenebileceğim tek kişi sensin.”

Arka bahçenin duvarına tırmanarak dengesiz bir şekilde
tepeye ulaştım, ardından dikkatlice sokağa atladım. Karanlığın içinde bir gölge
gibi beliren Vikram, hiç tereddüt etmeden kaskı bana uzattı. Hızla motosikletin
arkasına yerleşirken, geceyi yaran rüzgarın arasına karışarak hızla uzaklaştık.

Hastanenin önüne geldiğimizde Vikram, nereye vardığımızı
fark edince şaşkınlıkla gözlerini bana çevirdi. Kaskı çıkarıp motosikletin
selesine bıraktım ve telaşla ileriye atıldım. Tam o anda, Vikram kolumu tuttu
ve bedenim onun yönüne doğru savruldu.

“Meena, durum ciddi mi? İstersen seninle
gelebilirim.”

“Her şey için teşekkürler, Vikram, fakat bundan
sonrasını kendi başıma halletmem gerekiyor.”

Vikram tereddüt içinde gözlerimin içine baktı, sanki
gözlerimdeki kararlılığı çözmeye çalışıyordu. Bu sessiz an, gecenin
karanlığında bile fark edilen bir gerilimle doluydu. Ona güven veren bir
gülümsemeyle karşılık verdim; bu, hem bir teşekkür hem de bir veda gibiydi.

“Gerçekten, iyi olacağım.”

Vikram’ın bakışlarındaki endişe yavaşça dağıldı ve yerini
sükûnet aldı. Onun güven veren varlığını arkada bırakarak, hastanenin acil
girişine doğru telaşla koştum. Pratap, danışmaya bir şey sormama gerek kalmadan
onu bulacağımı söylemişti; fakat içeri adım attığımda, beklenenin aksine,
ortalıkta görünmüyordu.

Koridorun steril beyaz duvarları, yankılanan ayak seslerimi
bir çığlık gibi geri yansıtıyordu. Her adımda kalbim daha hızlı atıyor, her boş
bakışta içimdeki belirsizlik biraz daha büyüyordu. Zaman sanki ağırlaşmış, her
saniye bir öncekinden daha uzun sürüyordu. Yüreğimdeki telaş, beni bir ileri
bir geri koşturuyordu koridor boyunca, umutsuzca bir işaret, bir iz arıyordum.

Sonunda, bir an için duraksadım ve derin bir nefes aldım. O
anda, koridorun sonunda, bekleme koltuğunda oturan bir siluet fark ettim.
Pratap, başı önüne eğilmiş, düşüncelerin ağırlığı altında eziliyormuş gibi
görünüyordu.

“Pratap!”

Ona seslendiğimi duyar duymaz, ansızın dalmış olduğu
düşüncelerden sıyrıldı ve ayağa kalktı. Az önceki telaşlı adımların aksine,
şimdi ağır ağır, sanki zaman durmuş gibi yavaşça ona doğru yürümeye başladım.
Gözlerim, onun önünde durduğu kapıya kaydı; Müdahale Odası yazısını
okuyunca içimdeki korku iyice belirginleşti. Sesim titrek ve kırılgan bir
halde, neredeyse bir fısıltı gibi dile geldi.

“Ne oldu, Pratap, nasıl? O, sensiz asla bir yere
gitmezdi. Zaten kendi başına direksiyona nadiren geçerdi. Bugün sensiz
gitmesine nasıl izin verdin?”

Sesim titredi; her bir kelime, içimde yankılanan bir çan
gibi, güçlü ve derinden geldi. Duygularımın ağırlığı altında, başım dönmeye
başlayınca, ileri geri sallandım ve çaresizce duvarın soğuk yüzeyine tutundum.
Gözlerindeki panik, beni desteklemek için öne atılmasıyla yerini kararlılığa
bıraktı. Yumuşak ama sağlam bir dokunuşla kolumdan tutarak, beni nazikçe
yakındaki koltuğa yönlendirdi. Pratap, önümde diz çökerek adeta bir sığınak
gibi beni çevreledi.

“Nasıl olmuş, Pratap, anlat diyorum sana.”

“Yol çalışması yüzünden olmuş. Bir işçiye çarpmamak
için direksiyonu ani bir hareketle kırmış ve bu sırada kontrolü kaybedip iş
aracına çarpmış.”

Sözleri içimdeki karmaşayı yatıştırmak bir yana, adeta
körükledi. Belirsizlik, adeta bir sis gibi etrafımı sardı, düşüncelerimi
bulanıklaştırdı ve nefesimi daralttı. Tam bu duygusal girdabın ortasında,
kapının açıldığını duyduk. İkimiz de refleksif bir hareketle ayağa kalktık ve
sesin geldiği yöne döndük. Koridorda beliren doktor, ciddi ama yatıştırıcı bir
ifadeyle bize bakıyordu. Ancak bu sakinlik, bana ulaşmaktan çok uzaktı;
içimdeki fırtına dinmek şöyle dursun, daha da şiddetlendi.

“Hasta yakını siz misiniz?”

Bu basit soru, zihnimin karmaşası içinde bir anlığına
yankılandı.

“Olabilirim, yani evet, benim.”

Cümleyi toparlamakta güçlük çekerken, doktorun yüzündeki
ifadenin sabit kaldığını fark ettim. Kendi içimdeki dalgalanmaları görmezden
gelircesine, profesyonel bir tavırla duraksamadan açıklamaya başladı.

“Size hastamızın durumu hakkında bilgi vermek
istiyorum. Geçirdiği kaza sonrası yapılan muayenelerde, yalnızca hafif bir
sarsıntı tespit ettik. Şu anda stabil durumda ve ciddi bir komplikasyon
beklemiyoruz. Ancak, bu gece belirtileri izlemek için belirli aralıklarla
kontrol edilmesi önemli. Özellikle baş ağrısı, mide bulantısı veya baş dönmesi
gibi semptomlar izlenmeli. Eğer bu belirtiler kötüleşirse, derhal müdahale
edeceğiz.

Ayrıca, birkaç yüzeysel incinme var ama bunlar endişe
verici değil. Dinlenmesi ve rahatlaması iyileşme sürecine yardımcı
olacaktır.”

Doktor, hiçbir soruya mahal bırakmayan detaylı açıklamasını
tamamladığında, nazik bir baş selamıyla yanımızdan ayrıldı. Onun dikkatle
seçilmiş kelimeleri hâlâ havada asılı dururken, içimdeki merak ve endişe
dalgası beni müdahale odasının kapısına yönlendirdi. Kapı hafifçe aralıktı;
oradan içeriye, odanın soluk floresan ışığına göz gezdirdim.

Salman, sedyede hareketsiz uzanıyordu. Yüzü, acının ve
yorgunluğun izlerini taşıyor, kaşları hafifçe çatılmıştı. Gömleğinin yakasında
biriken kan, olan bitenin sarsıcı gerçeğini gözler önüne seriyordu; kırmızı,
neredeyse karanlık bir gölge gibi, beyaz kumaşın üzerinde yayılmıştı. Eli,
sedyenin kenarını sımsıkı kavramıştı; sanki bu dünyaya tutunmak istercesine,
sanki acının dalgaları arasında bir dayanak noktası ararcasına.

“Salman…”

O an, kapının arkasında beliren hemşire, sessiz adımlarla
kapıya yaklaştı. Yavaşça, büyük bir itinayla kapıyı kapattı. Metal kapının
kapanışı, içimde yankılanan bir çaresizlik hissi bıraktı. Odanın içindeki
görüntü, artık zihnimin derinliklerinde bir anı olarak kalmıştı; fakat o bir
an, içinde taşıdığı tüm duygularla birlikte, aklımdan silinmeyecek kadar
güçlüydü.

Kapının kapanışıyla birlikte, koridorun sessizliği yeniden
üzerimize çöktü. Zaman, ağır ve kasvetli bir örtü gibi üzerimize serilmeye
devam ediyordu. Ancak, bilmediğim bir geleceğe rağmen, içimdeki umut
kırıntıları hâlâ sönmemişti.

“Şimdi ne yapacağız, Pratap? Eğer bu geceyi
hastanede geçirmesi gerekiyorsa, ailesine haber vermek zorundayız.”

Pratap, derin bir nefes aldı ve bakışlarını yerdeki solgun
karo taşlara sabitledi, sesi peşinden sürüklediği bir yük gibi ağırdı.

“Bunu yapamayız, Salman Bey kesinlikle buna müsaade
etmez.”

“Kaza haberi sabaha kadar magazin basınına sızacak,
er ya da geç öğrenecekler.”

“Nisha, haberin gizli tutulması için çalışıyor.
Merak etme, kimse duymadan bu meseleyi halledeceğiz.”

Bu güvence, içimdeki huzursuzluğu tamamen dindirmeye
yetmedi. Zihnimde beliren başka bir olasılık beni daha da kaygılandırdı.

“Peki, ya hastanede daha uzun süre kalması
gerekirse?”

“Bunu da, bu geceyi atlattıktan sonra
düşünürüz.”

Hastane odasının klostrofobik sessizliğinde, yalnız başıma
bekliyordum. Dışarıdan gelen hafif ayak sesleri ve cihazların monoton bip sesi,
odanın soğuk duvarlarında yankılanıyordu. Kalbimin ritmi, bu mekanik seslerle
uyumlu bir şekilde atıyordu, endişe ve merakın iç içe geçtiği bir bekleyiş
anıydı bu.

Nihayet, Pratap kapıyı nazikçe araladı ve içeriye adım attı.
Ardından, hasta bakıcılar Salman’ı taşıyan sedyeyi dikkatle odaya
yönlendirdiler. Sedye, odanın ortasına yerleştirildiğinde hemşire, becerikli
elleriyle serumu taktı ve sessizce odadan çıktı, geride yalnızca hafif bir ilaç
kokusu bırakarak.

Pratap hemşireyi takip ederek odadan çıkarken, içime dolan
derin bir huzursuzlukla sedyenin yanına yaklaştım. İçimdeki karmaşayı
bastırmaya çalışarak ellerimi sedyenin soğuk kenarlarına koydum. Salman’ın
gözleri kapalıydı; uykunun dinginliğinde mi yoksa bilinçsizlik denizinde mi
kaybolmuştu, ayırt etmek zordu. Mavi hastane önlüğü, bedeninin etrafında
nazikçe sarılmış, boynundaki boyunluk ise adeta bir güvenlik duvarı gibi, onu
dış dünyadan korumaya çalışıyordu.

Kaşının üzerindeki ve yanağındaki sürtünme izleri, kazanın
izlerini taşırken, bileği saran bandaj dikkatimi çekti. Narin bir nesneyi
tutarcasına, incitmekten korkarak elini avucumun içine aldım. O an, zaman durdu
ve odanın sessizliği, yalnızca ikimizin nefes alışverişleriyle yankılandı.

“Düşüncesi bile beni kahrediyor; eğer canın benim
yüzümden acıdıysa, kendimi asla affedemem.”

Pratap’ın yeniden odaya girmesiyle içimde beliren
mahcubiyetle elimi geri çektim ve birkaç adım geri çekilerek sedyeden
uzaklaştım. Odanın sessizliğini bozan adımlarım, geride bıraktığım duygusal
yoğunluğun izlerini taşıyordu. 

“Doktor, geceyi uyanık geçirmesi gerektiğini
söylemişti. Neden uyuyor acaba?”

“Kim demiş ki uyuyorum?”

Ne var ki, yanıtı Pratap’tan beklerken, kelimeler Salman’ın
dudaklarından döküldü. O an, elini tuttuğumu bilmesi ve söylediklerimi duymuş
olması gerçeği, içimde derin bir utanç dalgasının yükselmesine neden oldu.

“A-ama… Gözleriniz kapalıydı.”

“Tavanı seyretmekten gözlerim yorulmuştu; başka ne
yapabilirdim ki?”

Panikle dolu bir anın içinde, ellerim kontrolsüzce havada
dolandı, sanki görünmez bir tehlikeyi savuşturmaya çalışıyordum. Dudaklarımdan
dökülen kelimeler, bu ani hareketin etkisiyle daha da keskinleşti.

“Yasak, şu andan itibaren gözlerinizi kırpmak bile
yok.”

Salman, bu uyarıyı alaycı bir tebessümle karşıladı. Gözleri,
kapalı olmasına rağmen, sanki içten içe bildik bir sırra gülüyormuş gibi bir
ifade taşıyordu.

“Aksi halde, görmemem gereken bir şeye mi şahit
olurum?”

Salman’ın alaycı tavrı, onun iyi olduğunu açıkça belli
ediyordu. İçimdeki endişe yerini kendime karşı duyduğum kızgınlığa bırakırken,
refakatçi için odaya yerleştirilen kanepeye yöneldim. Kollarımı göğsümde
bağlayarak oturdum, zihnimdeki karmaşayı yatıştırmaya çalışarak.

Pratap, sessizce yanımdan geçip elime bir kahve fincanı
tutuşturdu. Gözlerimle teşekkür ederken, o da Salman’ın başucunda sessiz bir
nöbete başladı. Arada bir, boynumu uzatıp Salman’ın uyuyup uyumadığını kontrol
etme ihtiyacı hissediyordum; çünkü o da sessizce uzanıyordu, zamanın akışını
yavaşlatan bir huzur içinde.

Fakat bir kez daha kontrol ettiğimde, gözleri kapalıydı.
Yine gözlerini dinlendirdiğini düşündüm ve seslendim. Cevap alamayınca içimdeki
huzursuzluk yeniden alevlendi. Sedyenin yanına usulca yaklaştım, üzerine
eğildim ve onu nazikçe uyandırmaya çalıştım. Cümle gramer açısından doğru,
ancak akıcılığı artırmak adına biraz düzenleme yapılabilir. Tam o anda,
parmaklarım yüzündeki yara izine doğru uzanırken, Salman aniden elimi yakaladı.

“Meena…”

Saçlarımın uçları yüzünde hafifçe dolaşırken, göz göze
kaldık. Gözlerindeki derinlik, sessiz bir itirafın yankısını taşıyordu.

“Bu kazanın sorumlusu sen değildin; tamamen benim
dikkatsizliğimdi.”

“Size karşı kaba davrandığım için hiçbir geçerli
mazeretim yok. Bu yüzden vicdan azabım peşimi bırakmayacak.”

Gözlerimde biriken yaşlar, ağırlaşarak yanaklarımdan süzüldü
ve burnumun ucunda ince bir çizgide birikti. Salman, elimi bırakarak
parmaklarının hassas dokunuşuyla bu damlaları sildi.

Tam o sırada, Pratap telaşla içeri daldı ve kapıyı ardından
kapatarak nefes nefese kaldı.

“Salman Bey! Basıldık, efendim!”

Keskin bir dönüşle Salman’dan uzaklaşıp hızla Pratap’a
döndüm, Salman da yatakta hafifçe doğruldu.

“Ne yapıyorsun Pratap? Tüm hastaneyi ayağa
kaldırdın.”

Pratap, hala heyecanını kontrol etmeye çalışırken aceleyle
açıkladı.

“Nisha Hanım şu an hastanede. Meena Hanım’ı
görmemesi için kapı numarasını yanlış verdim, ama birazdan burada olacak.”

Nisha ile son karşılaşmamızın izleri hâlâ taze ve acı
vericiydi; elimdeki kızarıklık, o anın bir hatırası olarak parmaklarımın
altında hissediliyordu. Ona tekrar rastlamak istemiyordum, ancak odanın dört
duvarı arasında sıkışmış halde nereye saklanacağımı bilemiyordum.

Salman, bu içsel kargaşamı fark ettiğinde, yüzündeki sakin
ifade ile beni şaşırttı. Serum takılı olan elini yavaşça kaldırarak odadaki tek
kaçış noktasını işaret etti.

“Banyoya saklan, onu ben göndereceğim.”

Banyonun dar kapısından içeri girip kapıyı sessizce
kapattığım anda, dışarıdan Nisha’nın aşina olduğum sesi yankılandı. Sesindeki
yapmacık şefkat, tırnaklarıyla cam bir yüzeyi tırmalar gibi içimi titretti.

“Nasıl hissediyorsun, hayatım? Senin için
yapabileceğim bir şey var mı?”

Son anda bu küçük alana sığınmayı başarmış olmanın getirdiği
rahatlamayla derin bir nefes aldım ve sırtımı kapının soğuk yüzeyine yasladım.
Nefes alışverişim yavaşça düzene girerken, dışarıdaki konuşmalara kulak
kesildim. Salman’ın nazik ama kararlı bir ses tonuyla Nisha’yı ikna etmeye
çalıştığını duyabiliyordum; onu bir an önce göndermenin yollarını arıyordu.
Ancak Nisha, adeta yapışkan bir gölge gibi, kalmak için can atıyordu. Bu
yılışık tavır, içimde biriken sabırsızlık ve öfkeyi daha da körüklüyordu. Dişlerimi
sıkarak, isyanımı bastırmaya çalıştım.

Nisha, burada hoş karşılanmadığını anla ve git artık.

Kapının ardında, dışarıdaki dünyanın gürültüsünden izole
edilmiş halde, zamanın ağır aksak ilerlemesine teslim olmuştum. Bu anın bir an
önce geçmesini dileyerek iç çekiyor, kalp atışlarımın yankısı arasında,
Nisha’nın inatçı varlığının mekânı dolduruşunu dinliyordum. Gitmek bilmeyen
Nisha, doktorla görüşmekte ısrar ediyor, Pratap ise onu nazik bir kararlılıkla
vazgeçirmeye çalışıyordu. O an, klozetin soğuk seramiğine oturmuş, bu çekişmeyi
dinlerken burnumda hafif bir kaşıntı hissettim. Kendimi tutmaya çalışsam da,
ansızın gelen hapşırık bu sessizliğin içine patladı. Elimi aceleyle dudaklarıma
kapattım, ancak iş işten geçmişti. İçerideki konuşmalar bir anda kesildi.

“O neydi öyle? Sanki birisi hapşırdı… Banyodan mı
geldi?”

Çabucak ayağa kalkıp kapının arkasına geçtim ve duvara
sinerek, buraya gelmemesi için içimden dualar ettim. Ancak, topuk sesleri
giderek yaklaştı ve kapı ansızın açıldı. Yakalandığımı düşünerek gözlerimi
kapadım.

“Affedersiniz, Nisha Hanım. Gerçekten çok sıkıştım,
banyoya daha sonra bakabilir misiniz?”

Ancak kapının eşiğinde beliren kişi Pratap’tı. Nisha’nın
cevabını beklemeksizin, kararlı bir hareketle kapıyı hızlıca kapattı. Ardından,
musluğu açarak suyun yumuşak şırıltısını odanın dört bir yanına yaydı. Onu
görmek, içimdeki endişeyi bir anda dağıttığında, derin bir nefes alarak
rahatladım. Ellerimi önümde birleştirip sessizce teşekkür ettim; bu
minnettarlık, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derindi.

Biz içeride beklerken, dışarıda Nisha’nın sonunda pes
edişini duydum. Sesi, önceki ısrarından yoksun, daha yumuşak bir tonda
yankılandı.

“Sabah erken kalkmam gerekmeseydi, yanından
ayrılmazdım; ama şimdi gitmeliyim.”

“Nisha, gerçekten iyiyim.”

“Endişelenme, hayatım, yine ziyaretine
gelirim.”

Burasını boş bırakmaya hiç niyeti yok, ne inatçı
kadın.

Nisha’nın gittiğinden emin olunca, banyonun kapısını usulca
aralayıp içeri adım attım, peşimden Pratap’ın ayak sesleri yankılandı. Salman,
gözlerini merakla bana dikti ve sanki biraz önceki sahneyi yeniden canlandırmak
istercesine sordu.

“Neden hapşırdın öyle? Yoksa, hasta mı oldun?”

“Hayır, ben gayet i-“

Cümlem tıpkı bir dalga gibi başka bir hapşırıkla kesildi.
Hapşırığın ani sarsıntısıyla irkildiğimde, Salman oturduğu yerden doğrulmaya
çalıştı, ama yüzünü buruşturup acı bir inilti çıkardı. İçimde endişenin hızla
yükselmesiyle, durumunu kontrol etmek için yanına doğru hamle yaptım. Fakat o,
bu fırsatı kullanarak elini alnıma koydu. Anlaşılan, sadece ateşimi kontrol
etmek için küçük bir oyun oynamıştı.

“Ateşin çıkmış, Meena. İşte, bu havada motosiklete
binersen böyle olur.”

Sözlerinin altında yatan ince uyarıyı fark ettiğimde,
Vikram’ı kastettiğini anladım ve kaşlarım istemsizce çatıldı.

“Bağışıklığım güçlüdür, biraz yağmur altında
ıslandım diye hemen hasta olacak değilim.”

Salman, sözlerime karşılık olarak, sinirle dolup taşan ses
tonuyla çıkıştı.

“Bir de seni yağmur altında motosikletine mi
bindirdi?”

Vikram’a olan öfkesi içini kavuran bir ateş gibi yükseldi ve
sonunda dayanamayarak elini sedyeye indirdi. Ardından, bakışlarını Pratap’a
çevirdi; gözlerinde kararlılığın sert çizgileri vardı.

“Doktorla konuşmak istiyorum; çıkış iznimi
onaylaması için.”

Hastanenin koridorlarında yankılanan ayak seslerimizi geride
bırakarak, basının meraklı gözlerinden sakınmak adına yemekhanenin arka
çıkışını tercih etmiştik. Şu an sessizliğin hüküm sürdüğü siyah minibüste,
şehir ışıklarının dansını izleyerek apartmana doğru ilerliyorduk. Salman,
yolculuğun monotonluğunda kaybolmuş gibi, boyunluğunu dikkatlice çıkardı ve
başını yavaşça çevirerek hareketlerini test etti. Bandajını çözmek niyetinde
olduğunu sezdiğim anda, elimi nazikçe uzatıp onu durdurdum.

“Lütfen, Salman Bey. Doktor birkaç gün daha kalması
gerektiğini söyledi.”

Salman, bu uyarıyı sessizce kabul etti ve düşüncelere dalmış
bir halde başını camdan dışarıya çevirdi. Apartmanın görkemli silueti görüş
alanımıza girdiğinde, Pratap camı indirip korumayla birkaç kelime paylaştı. Bu
esnada, gizliliğimi korumak adına koltuğa daha da gömüldüm. Salman’ın güvenlik
görevlisine selam verirken yüzündeki sıcak gülümsemeyi fark ettim; bu, kısa bir
an için bile olsa içimi ısıttı.

Apartman sakinleri derin uykularında kaybolmuşken, apartman
sessizliğin kollarına terk edilmişti. Bu mutlak sessizlikte, Salman’ı
dikkatlice dairesine doğru yönlendirdik. Ayak seslerimiz neredeyse duyulmazken,
kısa ve dar bir antreden geçip geniş salonun loş aydınlığına ulaştığımızda, bir
anda Salman durdu. Onunla birlikte ben de istemsizce durakladım, merakla yüzüne
baktım, ne söyleyeceğini bekleyerek.

“Meena, artık sen evine dön. Geri kalanını ben
halledebilirim.”

“Hayır, Salman Bey-“

“Bana itiraz etmeye kalkma; bu gece benim yüzümden
yeterince yıprandın. Ben… Pratap’ın seni çağırdığını bilmiyordum; bilseydim,
buna asla müsaade etmezdim.”

Salman’ın sözleri, odanın içinde yankılanan bir komut
gibiydi. Sesindeki kararlılık, içimdeki itiraz ateşini söndürmeye yeterliydi.
Bir an için derin bir nefes alarak, gözlerimi yere indirdim ve sessizliğin
içinde kendimi toparladım. Yüzümde hiçbir duygu belirtisi yoktu; ifadesizliğimi
koruyarak, bir gölge gibi geriye çekildim. Ayaklarım, adımlarımın yankılandığı
odanın ahşap zeminine hafifçe dokunuyordu.

Arkamı döndüğümde, açık kalan giriş kapısına doğru
ilerledim. Odanın ötesinde, karanlık koridorun sessizliği bizi izliyordu.
Amacım gitmek değil, kapıyı nazikçe kapatmaktı. Bir anlığına Salman’ın
yüzündeki gerilimi hissettim; sanki gideceğimi düşünerek sıkılaşan çenesi,
huzursuzluğunu ele veriyordu. Ancak kapıyı kapatıp ona doğru döndüğümde, bu
gerginliğin yerini derin bir rahatlamanın aldığına tanık oldum.

“Sizi bu durumda yalnız bırakacağımı nasıl
düşünebilirsiniz?”

Pratap, Salman’a yatak odasına kadar eşlik ederken, ben de
yatağın yanına geçip örtüyü titizlikle açtım ve bir kenara çekildim. Salman,
Pratap’ın yardım teklifini hafif bir el hareketiyle geri çevirerek, yavaşça
yatağa oturdu. Bacaklarını örtünün altına sokarken, sırtını yumuşak yatak
başlığına yasladı. Odanın sessizliği, günün yorgunluğunu ve gecenin
dinginliğini kucaklıyordu.

“Salman Bey, ihtiyaç anında beni aramaktan
çekinmeyin.”

“Pratap, sen de uzun bir gün geçirdin. Hadi, gidip
güzel bir uyku çek.”

Pratap’ı uğurlamak için arkasından sessizce ilerledim.
Kapıya vardığında birden durakladı, sanki aklına önemli bir şey gelmiş gibi
bana döndü.

“Az kalsın unutuyordum.”

Ceketinin iç cebine doğru elini uzattı ve çıkardığı kese
kağıdına sarılı küçük paketi bana uzattı. Paketi açtığımda, içinden çıkanlar
hafif bir şaşkınlıkla karışık bir minnettarlık hissi uyandırdı. İçeride, özenle
yerleştirilmiş soğuk algınlığına iyi gelen ilaçlar parıldıyordu.  Kağıdın
hışırtısı odanın sessizliğinde yankılanırken, bu küçük jestin ardındaki
düşünceli planın Salman’a ait olduğunu hemen anladım.

Pratap apartmandan ayrıldıktan sonra, ayaklarım beni usulca
yatak odasına geri götürdü. Odaya tatlı bir gerginlik hakimdi; sanki her şey,
birazdan başlayacak olan sessiz bir diyalog için nefesini tutmuş gibiydi.
Yatağın yanına bir sandalye çekip oturdum, ahşabın hafif gıcırtısı anlık bir
yankı bıraktı odada. Salman’ın bakışları, elimde tuttuğum pakete takıldı,
ilaçları teslim aldığımı görünce yüzüne hafif bir sevinç ifade yayıldı.

“İlaçlar için teşekkür ederim, onları kesinlikle
kullanacağımdan emin olabilirsiniz.”

Salman, komodine doğru uzandı ve karafın üzerine kapatılmış
olan bardağı ters çevirdi. Bandajlı elinin kısıtlı hareketlerine inat, bardağı
suyla doldurdu ve bana nazik bir kararlılıkla uzattı.

“Günün telaşı içinde ilaçlarını almayı
unutabilirsin, bu yüzden içtiğini görüp emin olmak istiyorum.”

Bardağı nazikçe alarak, avucumun içine çıkardığım renkli
tabletleri birer birer yuttum. Su, tabletlerin ardından içimde serin bir yol
açarken, boş bardağı hafifçe havada salladım.

“İşte, hepsini içtim. Artık mutlu musunuz?”

“Kesinlikle, çok mutlu…”

Gece, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadığımız tatlı bir
muhabbetle akıp gitmişti. Salman, film setinde yaşadığı ilginç bir olayı
anlatırken, sesindeki enerji ve yüzündeki ifadelerle hikayesini adeta yeniden
yaşıyordu. Ancak, benim için bu saatler, uykuyla uyanıklık arasında bir
yolculuğa dönüşmüştü. Salman’ın sesinin huzur veren ritmi beni sarmalarken, göz
kapaklarım yavaşça ağırlaştı ve sonunda, oturduğum yerde uyuyakaldım.

Gözlerimi açtığımda, sabahın ilk ışıkları odaya dolmuş,
incecik perdelerden süzülerek içeriye altın rengi bir ışık huzmesi bırakmıştı.
Gözlerimi kırpıştırarak gerinirken, önceki günün yorgunluğunun tatlı bir kas
ağrısına dönüştüğünü hissettim; fakat yine de içimde bir dinlenmişlik vardı.
Yatağın rahatlığına kendimi bırakarak diğer tarafıma döndüm. Yastığın tanıdık
kokusu burnuma ulaştığında, gözlerim birden fal taşı gibi açıldı. Bu, Salman’ın
kokusuydu.

Ben, Salman Khan’ın yatağındayım.

Bu düşünce zihnimde yankılanırken, banyonun kapısı
gıcırdayarak açıldı ve içeriden buharla birlikte Salman çıktı. Üzerinde beyaz
bir bornoz vardı, saç havlusunu elinde tutuyordu. Yüzünde uykulu ama samimi bir
gülümseme vardı.

“Günaydın, Meena.”

Bu sözler beni bir anda gerçekliğe çekti. Yataktan bir
hışımla kalkarken, içimde bir heyecan dalgası kabardı. O an, gece boyunca süren
muhabbet ve samimiyetin sıcaklığı, sabahın serinliğinde canlanarak kalbimde
yerini aldı. Salman’ın sıcak gülümsemesi ve yüzündeki huzur dolu ifade, içimde
bir dalgalanma yarattı.

Bir anda kendimi ona doğru çekilmiş buldum; sanki
bilinçaltım, onu ayakta ve sapasağlam görmenin verdiği mutlulukla hareket
ediyordu. Boynuna sarıldığımda, o anın sıcaklığı ve samimiyeti beni ele
geçirmişti. Ne yaptığımın farkına vardığımda, geri çekilmek istedim ama onun
bel çukurumda birleşen elleri bu çabamı nafile kıldı.

“Salman Bey, lütfen, beni bırakın.”

Sesimde hem bir ricayı hem de utangaç bir gülümsemeyi
saklayarak mırıldandım.

“Peki, ya seni sonsuza dek tutmaya devam edersem, o
zaman ne yaparsın?”

“Çığlık atarım, tüm apartmanı ayağa kaldırırım. Şaka
yapmıyorum, ciddiyim.”

Kalbim hızlı atarken, dudaklarım hafifçe titredi, ama
içimdeki cesaretin sesi, tüm tereddütlerimi bastırıyordu.

“Bende şaka yapar bir hal var mı? Ama, Meena, sen
yine de sessiz kalacaksın.”

“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?”

“Kim buraya gelirse gelsin, senin buradaki varlığını
sorgulayacak ve bu nahoş manzarayı yargılayacak. Bunu hepimiz biliyoruz.”

Gözlerinde kararlı bir ışıltı vardı ve dudaklarının
kenarında hafif bir gülümseme beliriyordu, sanki bu durumu umursamadığını ve
kendine olan güvenini ifade etmek istercesine.

“Yine de… Seni bırakacağım. Niye, biliyor
musun?”

Başımı yavaşça, hayır dercesine iki yana salladım, içimdeki
merak dalgası giderek kabarıyor, sabırsız bir bekleyişle yanıtını arıyordu.

“Çünkü ilk kez sana karşı bir borcum var ve senin
aksine, bu hesabı kapatmayı hiç düşünmüyorum.”

Salman’ın elleri yavaşça çözülüp beni bıraktığında, sanki
dünyamdan bir parça eksilmiş gibi hissettim. Onun dokunuşunun sıcaklığı ve
güven veren ağırlığı kaybolur kaybolmaz, ayaklarım yerden kesilmişçesine bir
boşluğa yuvarlanmaya başladım; adeta içimdeki denge yitip gitmiş, yalnızca onun
varlığıyla tamamlanan bir eksiklik içinde sallanıyordum.

Fakat Salman, bu ani değişimi hemen fark etti. Bakışları
beni dikkatle süzdü ve tereddütsüzce yeniden kollarını etrafıma sardı, beni
tekrar kendi dünyasının güvenli sınırlarına çekti.

“Eğer mümkünse, ömrümün sonuna kadar sana
borçlu kalmayı tercih ederim.”

BÖLÜM SONU

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla