“Sahte ilahların düzeni reddettiği gün beyaz taht boş kalacaktır.
Yeryüzü yanarken, prenses gökyüzünde acı içerisinde can çekişir,
Yıldızlar onlara arkalarını dönecekler.
Kutsal düzeni bozacaklar, son bekçiyi gölgelerden çağırmak için.
Rüya yahut gerçeklik,
Günahın bedeli, ölümdür.”
ー
Geminin güvertesinde uzanmış, zihni yaşananların ağırlığında kaybolmuşken, Lykoris, içinde boğuştuğu düşüncelerle savaşıyordu. Ancak zihnini daha da kurcalayan bir şey vardı: Monad’ın o yaratığı öldürmesinden sonra yaşananlar. Yaratık can verir vermez Monad yorgunluktan bayılmış, fakat yardıma gelen halk, onu pek de dostça karşılamamıştı. Lykoris, zor durumda sandığı kadını kurtardığını düşünerek kendini kahraman sanmıştı, ancak işler hiç de göründüğü gibi değildi. Yaratığın tehdit oluşturduğunu sanarak ona karşı koymuştu, niyeti kadını kurtarmaktı, ama kasabanın halkı bu müdahaleden memnun değildi. Etraftaki insanların kadının çığlıklarına duyarsız kalmalarından anlamalıydı aslında durumu. Kasaba hakkında hiçbir şey bilmeyen Lykoris, yaratığın aslında kutsal bir figür olduğunu, kadının ise günahkar sayıldığını çok sonra öğrenecekti. Monad, yaratığı kolayca öldürdüğünde, ikilinin başına geleceklerin iyi olmayacağını henüz bilmiyordu.
Monad bayıldıktan hemen sonra, kalabalık toplanmadan önce, Lykoris’in kurtardığı kadın onların yanına koşmuştu. Kadının telaşlı halini anlamayan Lykoris, onun acelesine yetişemiyordu. Olayı yeni yeni kavrarken, üçlünün etrafı halk tarafından sarılmıştı bile. Lykoris yerde oturmuş, kollarında Monad’a sarılıyor, bir yandan da önlerinde siper olan kadını ve onlara mızrak doğrultan halkı izliyordu. Yaralı bedeni hareket etmeye elvermiyordu, çaresizlik içini kemirirken kadının onları savunmaya çalışmasını izlemekten başka bir şey yapamıyordu. Kadının korkusuzca mızraklara göğüs germesini izlerken, kendi kollarındaki kızıl izlerin yavaş yavaş kaybolduğunu fark edememişti bile. Kadın, mızraklara doğru bir adım daha atarak cesurca bağırdı, “Bu ikisi bizi o yaratığın elinden kurtardı! Bağnaz düşünceleriniz yüzünden onlara zarar vermenize izin vermem!” dedi. Sinirle ileri atılan adamlardan biri mızrağını daha da yaklaştırarak, “Bu günahkarı mı dinleyeceğiz?! Öldürülmesi gereken oydu, ama bir cadı gibi kurtuldu!” diye hiddetlendi. Onun sözleriyle kalabalıktan homurtular yükseldi, mızraklar kadına biraz daha yaklaştı. Gittikçe gerilen kadın, Lykoris’e pişmanlık dolu bir sesle, “Hepsi benim yüzümden, özür dileri-” dedi. Ancak sözlerini bitiremeden, bir mızrak boynuna saplandı. Ardından bir mızrak daha, ve sonra bir diğeri, acımasızca kadının bedenine saplanmaya devam etti. Kadının sıcak kanı Lykoris’in yüzüne sıçradı ve onu kızıla boyadı. Her ne kadar bedeni kanla kaplansa da, ellerindeki kızıl izler tamamen kaybolmuştu. Kadın dizlerinin üzerine çökerken, cansız bedeni yere serildi. Onları kurtarmak için hayatını feda eden kadının ardından, öfkeli kalabalık mızraklarını bu kez yerdeki ikiliye çevirdi. Lykoris, kucağındaki Monad’a daha da sıkı sarılırken, gece iyice çökmüştü.
Kalabalığın öfkesini izlerken, kadının sıcak kanı Lykoris’in yüzünde yavaşça kurumaya başlamıştı. Kan her geçen an daha da katılaşırken, gökyüzündeki Ay solgun beyazlığını yitirip derin bir kızıllığa bürünüyordu. Fakat Lykoris’in dikkati bu tür ayrıntılara kayacak durumda değildi; bakışları, yüzünde sert bir ifadeyle kendisine doğru yaklaşan mızraklı halka çevrilmişti. Tehditkar görünmeye çalışsa da bu çabası nafileydi. Savaşacak hali olmadığından, elinden gelen tek şeydi bu. Gergin bir sesle, adeta tıslayarak, “Yaklaşmayın!” diye uyardı. Ancak kalabalığın öfkesine kapılmış bir adam, nefret dolu sesiyle haykırdı, “Büyük Haoth’u öldüren cadı orada! GEBERTİN BU İKİSİNİ!” Halk hep bir ağızdan küfürlerle, öfke dolu haykırışlarla saldırıya hazırlanırken, içlerinden biri mızrağını Lykoris’e doğru fırlattı.
Lykoris, gözlerini kapatarak mızrağın gelişini bekledi, saniyeler geçti ama hiçbir şey olmadı. Şaşkınlıkla gözlerini araladığında, kendisine mızrağı fırlatan kadının alnına bir ok saplanmış olduğunu gördü. Kadın, mızrağını yere düşürerek Lykoris’in ayaklarının dibine cansız yığıldı. Şaşkınlıkla etrafına bakındığında, halkın üzerine saldıran bir grup insan gördü. Lykoris’in hayatını kurtaran okçu, bir çatının tepesinde duruyordu; diğerleri ise kızgın halkla boğuşuyordu. Bazıları can verirken, bazıları ise öldürüyordu. Bu kargaşa kaçmak için büyük bir fırsattı. Lykoris, kollarındaki Monad’ı sıkıca tutarak yerden doğrulmaya çalıştı. Yaraları her hareketinde daha fazla sızlasa da, yaralardan akan siyah kanının akışı durma noktasına gelmişti. Zorlukla ayağa kalkmayı başardığı sırada, uzaklardan yankılanan toynak seslerini duydu. Sadece Lykoris değil, onları kurtarmaya çalışan grup da bu yeni tehlikeyi fark etmişti. Lykoris’in daha fazla vakti yoktu; Monad’ı kucağında sıkıca tutarak kaosun ortasında ilerlemeye çalıştı. Ancak savaş alanı kasvetli bir havaya bürünmeye başlamıştı. Çok uzaklaşamadan, toynak seslerinin sahipleri, zırhlarla kaplı bir grup asker, savaş alanına varmıştı. Kasabanın askerleri oldukları belliydi ve zırhları yüzünden öldürülmeleri zor görünüyordu. Kendilerini savunmaya çalışan grup bu yeni tehditle baş etmekte zorlanıyordu. Hepsi birer birer yere serilirken, gökyüzündeki Ay tamamen kızıla dönmüştü. Kızıl Ay, yıldızsız gecede tek başına parlıyor, tüm kasvetiyle savaş alanını aydınlatıyordu. Bu boğucu hava, herkesin ruhuna çökmüştü. Lykoris rahatsızlıkla kafasını kaldırıp gökyüzündeki yalnız Ay’a baktığında, bedeninin acıyla ürperdiğini hissetti. Daha önce Ay’ı pek çok farklı şekilde görmüştü ama bu manzara her zamankinden daha rahatsız ediciydi. Gözlerini gökyüzünden indirdiğinde, karşısında kendisine kılıcını savurmaya hazırlanan bir asker gördü. Ancak ne olduğunu anlayamadan, asker olduğu yerde donakalmıştı. Lykoris şaşkınlıkla etrafına bakındı; her şey durmuştu. Savaş alanındaki herkes hareketsiz, adeta bir heykel gibiydi. Korku içinde kucağındaki Monad’ı güvenli bulduğu bir çalının ardına sakladı, sonra acıyla inleyerek etrafı araştırmaya başladı. Her adımı canını daha fazla yaksa da, ne olduğunu anlamak zorundaydı. Eli alışkanlıkla Noraoth çiçeğine gitti ama bu sefer çiçek taş gibi sertti. Bu bir rüya olamazdı, peki etrafındaki herkes nasıl böylesine donup kalmıştı? Kafasını bir kez daha kızıl Ay’a çevirdiğinde, omzunda buz gibi bir elin dokunuşunu hissetti.
Adrenalin damarlarında hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde dolaşırken, yaralarına rağmen olabilecek en hızlı şekilde arkasına döndü. Ancak beklediği gibi kimseyi göremedi. Boşluğa dönmek, içinde daha büyük bir tehdit hissi uyandırırken, tekrardan omzunda o buz gibi eli hissetti. Umutsuzca yeniden arkasına döndü, fakat yine kimse yoktu. Soğuk dokunuş bir kez daha omzuna yerleştiğinde, bu kez geri dönmek yerine başını yavaşça gökyüzündeki kızıl Ay’a çevirdi. O an, omzundaki el kayboldu. Lykoris başını yeniden öne eğdiğinde ise, karşısında birinin durduğunu fark etti. Bu yabancının yüzüne odaklanmaya çalıştı, ama ne kadar çabalasa da bir türlü yüz hatlarını seçemiyordu. Kişinin görünümünü anlamlandıramayan zihni, tuhaf bir biçimde dikkatini kaydırıyordu. Ancak bu muğlaklığın aksine, kişinin kıyafetinin üzerindeki garip sembolü net bir şekilde görebiliyordu. O sembolü zihnine kazımaya çalıştı, ileride ne olduğunu anlayabilmek için unutmamaya kararlıydı. Tam o sırada, karşısındaki figür garip bir ses tonuyla konuşmaya başladı, “Henüz ölemezsin. Dünya yanıyor, buradan kaçmalısın.” dedi, Lykoris bu sözlerin ağırlığını henüz kavrayamadan, gizemli kişi devam etti, “Burayı artık kurtaramazsın, sadece koş. Koşabildiğin kadar uzağa koş. Ben ve kardeşlerim seni Isihlahla’da bekleyeceğiz. Unutma, gerçek Ay kayboldu; yaratıcı çoktan öldü. Ama dünya artık yanmayacak, çünkü senin yükselişin başladı, son bekçi.” Lykoris’in zihni bu esrarengiz sözlerle dolup taşarken, binlerce soru aklını kurcaladı. Afallamış bir halde, “Bu dünyada neler oluyor? Sen kimsin? Bütün bunlar ne demek?” diye sordu. Sözleri biter bitmez, karşısındaki kişiye doğru bir adım attı ve ona dokunmak için elini uzattı. Ancak eli hedefine ulaşamadan, dengesini kaybedip yere düştü.
Yerde doğrulmaya çalışırken, etrafındaki her şeyin bir anda normale döndüğünü fark etti. Başını kaldırıp baktığında, az önce kendisine kılıç savuran askerin yerde yattığını gördü. Yalnızca o değil, diğer askerler de hareketsiz bir şekilde yere serilmişti. Etrafındaki kaos içinde kendisini korumaya çalışanların şaşkınlıkla etrafa baktığını fark etti. Gözleri tekrar gökyüzüne kaydı. Kızıl Ay gitmiş ve yerini eski solgun Ay almıştı. Birkaç saniye boyunca Ay’a bakakaldı, ardından dikkatini bedenine çevirdi. Üzerindeki kan hâlâ taze olsa da, yaralarının artık yerinde olmadıklarını fark etti. Gözleri ellerine indi; kızıl izlerin kaybolmuş olduğunu gördü, ancak izler yavaş yavaş yeniden belirmeye başlıyordu. Bir saat içinde yaşadıklarını zihninde toparlamaya çalıştı. Sonunda, kendisine yardım etmeyi teklif edenlerin teklifini kabul ederek, Monad’ı sakladığı yerden çıkardı ve onlarla birlikte yola koyuldu. Yaratığı öldürdükleri için ödül olarak yardım teklif etmişlerdi. Lykoris onlardan bir gemi ayarlamalarını istedi. Gemiye bindiklerinde, karadan uzaklaşırken ona yardım edenlere son bir kez el salladı. Ardındansa saatlerce uyuyan Monad’a bakarak derin düşüncelere daldı.
Üç ince çizgi, zamansız bir boşlukta birbirine dolanmış gibi görünüyordu; her biri bir diğerine sıkıca bağlı, ama kendi yolunda özgürdü. Sonsuz döngü içinde, asla kopmayan ve çözülmeyen bir bağ oluşturuyorlardı sanki. Kıvrımlarının zarafeti, karmaşık bir bilgelik taşır gibi göz alıcıydı, sanki kadim bir sırrı saklıyordu. Bu şekil, başlangıcı ve sonu olmayan bir hikâyeyi fısıldarcasına, varoluşun üç ayrı boyutunu bir araya getiriyordu: Yaşam, ölüm ve yeniden doğuş… veya belki de zamanın üç yüzü – geçmiş, şimdi ve gelecek. Her bir parça, diğerine hem hapsolmuş hem de onu serbest bırakıyordu. Görünen basitliğin arkasında, anlaşılması imkânsız bir derinlik vardı, sanki sonsuz bir gizemin kapısını aralayan bir anahtar gibi. Ona bakan gözler, bu şeklin içinde kaybolur, ancak göremedikleri bir sırrı aramaya devam ederdi Lykoris gibi. İşte, Lykoris’in gördüğü şeklin onun aklında uyandırdığı hislerdi bunlardı.
Yorumlar