8. Baker Sokağı Başıbozukları

10 0 10 Eylül 2024 0 Oy

“Şimdi ne yapacağız?” diye sordum. “Toby yanılmazlık sıfatını yitirdi.” “Gösterdiğimiz  kokuyu  izledi,”  dedi  Holmes,  köpeği  fıçının  üstünden 

indirip  avludan  çıkarırken.  “Londra’da  bir  günde  ne  kadar  çok  kreozot taşındığını  düşünürseniz,  peşinde  olduğumuz  izle  bunların  kesişmesine şaşmamak gerek. Şimdilerde çok kullanılıyor, özellikle de ahşap işçiliğinde. Zavallı Toby’nin bir suçu yok.” 

“Herhalde asıl peşinde olduğumuz izi sürmemiz gerekiyor yeniden.” “Evet.  Ve  ne  çare  ki,  artık  gidecek  yerimiz  kalmadı.  Belli  ki  köpek 

Knight’s Meydanı’nın köşesinde şaşırdı, çünkü orada zıt yönlü iki farklı iz vardı. Biz yanlış izi seçtik. Şimdi gidip öbürünü izlemek düşüyor bize.” 

Bu zor olmadı. Toby’yi hataya düştüğü yere götürünce, köpek büyük bir daire çizdikten sonra yeni bir yöne doğru koşturmaya başladı. 

“Dikkat   edelim   de   bizi   şimdi   de   kreozot   fıçısının   geldiği   yere götürmesin,” dedim. 

“Aklıma  geldi  bu.  Ama  bak  kaldırımdan  gidiyor,  oysa  fıçı  yoldan taşınmıştır. Şimdi doğru izin peşindeyiz.” 

İzlediğimiz yol Belmont Meydanı ve Prince Sokağı’ndan geçerek ırmak kenarına   doğru   yöneldi.   Broad   Sokağı’nın   sonunda   dosdoğru   ırmak kıyısındaki bir tahta iskeleye geldik. Toby bizi bunun yanına kadar getirdi ve orada karanlık sulara bakarak ağlama sesleri çıkarmaya başladı. 

“Talihimiz yaver gitmedi,” dedi Holmes. “Buradan bir kayığa binmişler.” İskelenin  yanında  bir  sürü  kayık  ve  sandal  vardı.  Toby’yi  sırayla  her 

birine  yaklaştırdık,  ama  canla  başla  koklamasına  karşın  hiçbir  tepki vermedi. 

İskeleye  yakın  bir  yerde,  ikinci  kat  penceresinde  tahta  bir  levha  asılı küçük bir tuğla ev vardı. Levhada kocaman harflerle “Mordecai Smith”, bunun altında da “Saatlik ya da Günlük Kiralık Kayıklar” yazısı vardı. Kapının  üstündeki  ikinci  bir  yazıdan  ise  burada  buharlı  teknelerin  debulunduğunu  öğrendik…  zaten  iskeledeki  kömür  yığını  da  bunu doğruluyordu. Sherlock Holmes yavaş yavaş çevresine bakındı, yüzünde bir şeylerin ters gideceğini gösteren bir ifade okunuyordu. 

“Bunlar  kötüye  alamet,”  dedi.  “Bu  adamlar  sandığımdan  daha  kurnaz çıktı.  Anlaşılan  izlerini  kaybettirdiler.  Korkarım  bütün  bunlar  önceden tasarlanmış.” 

Tam eve doğru yaklaşırken kapısı açıldı ve önce altı yaşlarında kıvırcık saçlı bir çocuk, ardından da elinde kocaman bir süngerle, tombul ve kırmızı suratlı bir kadın çıktı. 

“Buraya gel, seni yıkayacağım Jack,” diye bağırdı kadın. “Gel buraya, seni haylaz seni; baban eve gelip de seni bu halde görürse ağzımızın payını verir.” 

“Hey evlat!” dedi Holmes amacına ulaşmak için. “Ne kadar da pembe yanaklı bir ufaklık! Bak Jack, ne istersin?” 

Çocuk bir an düşündü. 

“Bir şilin isterim,” dedi. 

“Daha çok istediğin bir şey yok mu?” 

“İki şilin olsa daha iyi,” dedi bacaksız, biraz daha düşündükten sonra. “Al sana iki şilin o zaman! Yakala!.. Oğlunuz çok sevimli Bayan Smith!” “Tanrı  sizi  korusun  efendim,  sevimli  olmasına  sevimli  de  onunla  baş 

edemiyorum, hele kocam da günlerce evden gittiğinde.” 

“Evde değil, öyle mi?” dedi Holmes düş kırıklığına uğramış gibi bir sesle. “Buna üzüldüm, çünkü Bay Smith’le konuşmak istiyordum.” 

“Dün  sabah  gitti  efendim,  doğrusu  onun  için  kaygılanmaya  başladım. Ama  eğer  kayık  kiralamak  istiyorduysanız,  belki  ben  de  size  yardımcı olabilirim.” 

“Onun buharlı teknesini kiralamak istiyordum.” 

“Ama buharlı tekneyle kendisi gitti efendim. Ben de buna şaşıyorum, çünkü teknede ancak Woolwich’e gidip dönebilecek kadar kömür vardı.Mavnayla gitmiş olsaydı, aklıma bir şey gelmezdi; zira pek çok kez iş için Gravesend’e kadar gitmiş, işi bitmeyince de orada kalmıştı. Ama kömürü yoksa buharlı tekne ne işe yarar?” 

“Irmakta başka bir iskeleden kömür almış olabilir.” 

“Olabilir efendim, ama o yapmaz bunu. Pek çok kez bir iki torba kömür için onların aldıkları paraya söylendiğini işittim. Üstelik o çirkin suratlı, yabancı  şiveli,  takma  bacaklı  adamdan  da  hoşlanmıyorum.  Ne  diye kapımızı aşındırıp durdu ki?” 

“Takma bacaklı adam mı?” dedi Holmes biraz şaşırarak. 

“Evet  efendim,  ikide  bir  kocamı  görmeye  gelen  yanık  tenli,  maymun suratlı bir adam. Dün gece gelip kocamı uyandırdı, dahası kocam da onun geleceğini biliyordu, çünkü buharlı tekneyi çalıştırmıştı. Size doğrusunu söyleyeyim efendim, içim hiç rahat değil.” 

“Ama   Bayan   Smith,”   dedi   Holmes   omuz   silkerek,   “boş   yere kaygılanıyorsunuz. Gece gelen adamın o takma bacaklı adam olduğunu nereden    bilebilirsiniz?    Nasıl    bu    kadar    emin    olabileceğinizi    pek anlamıyorum.” 

“Sesi efendim. Sesini tanıdım, kalın ve boğuk bir sesi var. Pencereye vurdu… saat üçe doğruydu galiba. ‘Kalk ahbap,’ dedi, ‘gitme vakti geldi.’ Kocam da Jim’i –en büyük oğlumu– uyandırdı ve bana tek kelime etmeden çıkıp gittiler. Takma bacağın taşlarda çıkardığı takırtıyı işittim.” 

“Peki bu takma bacaklı adam tek başına mıydı?” 

“Bilmiyorum efendim. Başka kimsenin sesini işitmedim.” 

“Çok üzüldüm Bayan Smith, ben bir buharlı tekne istiyordum ve onun için iyi demişlerdi, neydi adı?” 

“Aurora efendim.” 

“Hah! Şu sarı çizgili, geniş, yeşil tekne, değil miydi o?” 

“Hayır efendim. Irmakta gördüğünüz en ufak tefek teknelerden biridir o. Yeni siyaha boyandı, iki de kırmızı çizgisi var.”“Teşekkürler. Umarım yakında Bay Smith’den haber alırsınız. Ben ırmak boyunca gideceğim, Aurora’ya benzer bir tekne görürsem, kocanıza sizin kaygılandığınızı haber veririm. Bacası siyah mıydı?” 

“Hayır efendim. Siyah üstüne beyaz çizgili.” 

“Ah,  tabii.  Siyah  olan  teknenin  yanlarıydı.  İyi  günler  Bayan  Smith. Şurada bir kayıkçı duruyor Watson. Kayığa binip ırmağı geçelim.” 

“Bu  tür  insanlarla  konuşurken,”  dedi  Holmes  kayığa  binip  oturduğu sırada, “verdikleri bilginin sizin için bir önem taşıdığını hiçbir zaman belli etmemek  şarttır.  Belli  edecek  olursanız,  hemen  kabuklarına  büzülürler. Kuşkulu  bir  edayla  dinlerseniz  de  büyük  olasılıkla  istediğinizi  elde edersiniz.” 

“Şimdi yapacaklarımız belli,” dedim. 

“Siz olsanız ne yapardınız şu halde?” 

“Bir tekne kiralayıp ırmakta Aurora’nın peşine düşerdim.” 

“Sevgili  dostum,  bu  iş  boyumuzu  aşar.  Aurora  burayla  Greenwich arasında,  ırmağın  her  iki  tarafında  da  herhangi  bir  iskeleye  yanaşmış olabilir. Köprünün altında kilometrelerce labirent gibi bir sürü iskele var. Bu işe tek başınıza koyulacak olursanız günlerce sürer.” 

“O zaman polis görevlileri arasınlar.” 

“Hayır.  Athelney  Jones’u  herhalde  her  iş  bittikten  sonra  arayacağım. Aslında kötü bir adam değil ve mesleki bakımdan ona zarar verecek bir şey yapmak istemem. Ama meseleyi kendi başıma çözme hevesi duyuyorum, mademki bu aşamaya kadar geldik.” 

“Şu halde iskele görevlilerinden bilgi isteyen bir gazete ilanı veremez miyiz?” 

“Bu iyice kötü olur! Adamlar peşlerinde olduğumuzu anlayıp ülke dışına kaçarlar.  Şu  anda  bile  kaçmaları  olasılığı  var,  ama  güvende  olduklarını sandıkları sürece acele etmeyeceklerdir. Bu noktada Jones’un işgüzarlığı işimize  yarayacak,  zira  onun  vakaya  bakışı  mutlaka  günlük  gazetelere yansıyacak ve kaçaklar da herkes yanlış iz peşinde sanacaklar.”“Peki   ne   yapacağız   o   zaman?”   diye   sordum   Millbank   Cezaevi yakınlarında kayıktan indiğimiz sırada. 

“Şu arabaya binip eve gideceğiz, kahvaltı edeceğiz ve bir saat uyuyacağız. Bu gece yine sokakları arşınlayacağa benziyoruz. Postanede dur arabacı! Toby yanımızda kalsın, belki yine işimize yarar.” 

Great Peter Sokağı Postanesi’nin önünde durduk, Sherlock Holmes bir telgraf çekti. 

“Kime     telgraf     çektim     dersiniz?”     diye     sordu     yeniden     yola koyulduğumuzda. 

“Kesinlikle bilmiyorum.” 

“Polis dedektifleri örgütünün Baker Sokağı kadrosunu hatırlıyor musun? Hani Jefferson Hope vakasında görevlendirdiğim çocukları?” 

“Eee?” dedim gülerek. 

“İşte bu da tam onların yararlı olabilecekleri bir vaka. Başaramazlarsa başka  yollara  da  başvurabilirim,  ama  önce  onları  bir  deneyeceğim.  O telgrafı  benim  şu  çapaçul  teğmen  Wiggins’e  çektim,  biz  kahvaltımızı bitirinceye kadar avenesiyle birlikte geleceğini umuyorum.” 

Saat  sekizi  geçmiş,  dokuza  geliyordu  ve  gece  boyu  birbiri  ardına yaşadığım heyecanların etkisini hissediyordum. Yorgun argındım, zihnim ve bedenim bitkin düşmüştü. Bende ne dostumu ayakta tutan mesleki heves vardı,   ne   de   meseleye   yalnızca   soyut   bir   zekâ   bilmecesi   gözüyle bakıyordum. Bartholomew Sholto’nun ölümüne gelince, onunla ilgili pek de  iyi  şeyler  işitmemiş  olduğum  için,  katillerine  de  yoğun  bir  hınç besleyemiyordum. Hazine ise bambaşka bir konuydu. O Bayan Morstan’ın hakkıydı… ya da hiç değilse bir bölümü. Mademki geri alma olasılığı vardı, tüm yaşamımı bu amaca adamaya hazırdım. Hoş hazineyi bulacak olsam, belki  de  sonsuza  dek  Bayan  Morstan’ı  yitirecektim.  Ama  böyle  bir düşüncenin etkisinde kalacaksam bu beş para etmeyen ve bencil bir sevgi olurdu.  Eğer  Holmes  katilleri  bulmak  için  çaba  gösterebiliyorsa,  benim hazineyi  bulmaya  çabalamam  için  onunkinden  on  kat  daha  geçerli  bir nedenim vardı.Baker Sokağı’nda banyo yaptıktan ve üstümü başımı değiştirdikten sonra kendime geldim. Aşağıya indiğimde kahvaltı sofrası kuruluydu ve Holmes fincanlara kahve koyuyordu. 

“Alın işte,” dedi gülerek ve sayfaları açık duran bir gazeteyi göstererek. “Gayretkeş Jones ile her yerde hazır ve nazır muhabir el ele vermişler. Ama siz bu vakadan bıkmışsınızdır. Önce jambonlu yumurtanızı yeseniz daha iyi olur.” 

Gazeteyi ondan alıp kısa haberi okudum. Başlığı “Yukarı Norwood’da Esrarlı Bir Vaka” idi. 

Dün  gece  saat  on  ikiye  doğru  [diye  yazıyordu  Standard’da]  Yukarı Norwood’da,  Pondicherry  Konutu’nda  oturan  Bay  Bartholomew  Sholto haince  bir  tuzağa  işaret  eden  bir  durumda  odasında  ölü  bulunmuştur. Öğrenebildiğimiz  kadarıyla,  Bay  Sholto’nun  cesedinde  hiçbir  darbe  izi bulunmamış, ama maktulün babasından kendisine miras kalan değerli bir Hint  mücevherleri  koleksiyonu  çalınmıştır.  Cesedi  ilk  bulan,  maktulün erkek kardeşi olan Bay Thaddeus Sholto ile birlikte eve giden Bay Sherlock Holmes olmuştur. Büyük bir şans eseri olarak, emniyet örgütünün tanınmış dedektiflerinden  Bay  Athelney  Jones  o  sırada  bir  rastlantıyla  Norwood karakolunda bulunduğundan, polise haber verilmesinden sonra yarım saat içinde  olay  yerine  gitmiştir.  Bilgi  ve  deneyime  dayanan  yeteneklerini hemen  katillerin  belirlenmesi  için  seferber  etmesi  sonucunda,  maktulün kardeşi Thaddeus Sholto ile birlikte kâhya Bayan Bernstone, Lal Rao adlı bir Hintli uşak ve kapıcılık ya da bekçilik yapan McMurdo adlı bir kişi tutuklanmıştır.  Soyguncunun  ya  da  soyguncuların  evin  içini  çok  iyi tanıdıkları kesindir, zira Bay Jones ünlü teknik bilgisi ve en ince ayrıntısına kadar  gözlem  yeteneği  sayesinde,  suçluların  kapı  ya  da  pencereden giremeyeceklerini,   evin  damından  geçerek  bir  gizli  kapıdan  cesedin bulunduğu odayla bağlantısı olan başka bir odaya girdiklerini kesin olarak kanıtlamış bulunmaktadır. Çok açıkça belirlenmiş olan bu olgu, bu vakanın rastgele  bir  soygun  olmadığını  göstermektedir.  Yasal  görevlilerin  bir  an önce ve gayretli bir biçimde eyleme geçmiş olmaları, bu gibi durumlarda dinç  ve  zeki  bir  görevlinin  varlığının  ne  kadar  yararlı  olduğunu  gözler önüne sermektedir. Dedektiflerimizin daha bağımsız ve böylece araştırmayı üstlendikleri   vakalarla   daha   yakın   ve   etkin   biçimde   ilgilenmelerini dileyenler için bu vakanın bir gerekçe sağladığını düşünmeden edemiyoruz.“Olağanüstü, değil mi?” dedi Holmes fincanın üzerinden gülümseyerek. “Ne dersiniz?” 

“Bence cinayetten dolayı tutuklanmaktan biz de paçayı zor kurtardık.” “Ben de öyle düşünüyorum. Jones tekrar bir gayretkeşlik krizine kapılırsa, 

şimdi de güvende olduğumuzu söyleyemem.” 

O anda kapının zili gürültüyle çalındı ve yüksek sesle itiraz eden ev sahibemiz Bayan Hudson’ın dehşet içindeki feryadı çalındı kulağıma. 

“Eyvah Holmes,” dedim koltuğumdan yarı kalkarak. “Galiba gerçekten de peşimizdeler.” 

“Hayır, durum o kadar da kötü değil. Sivil emniyet gücü geldi… Baker Sokağı başıbozukları.” 

Holmes  bunu  söylerken,  merdivenden  çıplak  ayak  seslerinin  tıpırtıları geldi, bağırıp çağırmalar duyuldu, ardından odaya bir düzine kirli ve yırtık pırtık giysili sokak çocuğu doluştu. Çıkardıkları gürültü patırtıya karşın, bir çırpıda tek sıra olup bir şey bekliyormuş gibi bir yüz ifadesiyle karşımızda durduklarına bakılırsa, bir disiplin anlayışları yok değildi. İçlerinden biri, ötekilerden daha uzun boylu ve yaşça daha büyük olanı, böyle sefil bir bostan korkuluğunda çok gülünç bir görünüm yaratan bir üstünlük edasıyla bir adım öne çıktı. 

“Telgrafınızı  aldık  efendim,”  dedi,  “ve  onları  hemen  buraya  getirdim. Biletlere üç şilin altı peni ödedim.” 

“Al bakalım,” dedi Holmes cebinden para çıkararak. “Gelecekte Wiggins, onlar haberleri sana versin, sen de bana iletirsin. Eve böyle doluşmayın. Yine de talimatlarımı hepinizin duyması iyi olur. Aurora adında bir buharlı tekne arıyorum, sahibi Mordecai Smith, tekne siyah, üzerinde iki kırmızı çizgi var, bacası da siyah üzerine beyaz çizgili. Irmakta bir yerlerde. Senin çocuklardan birinin Millbank’in karşısında, Mordecai Smith’in iskelesinde bekleyip teknenin geri dönüp dönmediğini bildirmesini istiyorum. İşbölümü yaparak her iki kıyıyı da gözlemelisiniz. Bir şey öğrenir öğrenmez bana bildirin. Anlaşıldı mı?” 

“Evet, patron,” dedi Wiggins.“Eski ücretleriniz geçerli, tekneyi bulana da bir altın. İşte size bir günlük yevmiye. Hadi iş başına!” 

Her  birine  birer  şilin  verdi  ve  apar  topar  merdivenlerden  indiler,  bir dakika sonra da sokakta koşuşturduklarını gördüm. 

“Eğer tekne hâlâ suyun üstündeyse onu bulurlar,” dedi Holmes masadan kalkıp piposunu yakarken. “Bu çocuklar her yere gidebilirler, her şeyi görüp işitebilirler.  Akşam  olmadan  tekneyi  bulduklarının  haberini  alacağımı umuyorum. O zamana kadar da sonuçları beklemekten başka yapacağımız bir şey yok. Aurora’yı ya da Bay Mordecai Smith’i bulana dek kaldığımız yerden iz sürmeye başlayamayız.” 

“Toby bu artıkları yiyebilir bence. Yatıp uyuyacak mısınız Holmes?” “Hayır. Yorgun değilim. Tuhaf bir yapım vardır. Çalıştığım zaman hiç 

yorgunluk  hissetmem,  ama  tembellik  beni  yorgun  düşürür.  Pipo tüttüreceğim ve güzel müşterimin bize sunduğu bu tuhaf mesele üzerinde kafa yoracağım. Eğer bu dünyada kolay bir iş varsa, mutlaka bu bizimki olmalı. Takma bacaklı adamlara öyle adım başında bir rastlanmaz, ama öteki adama gelince, bence onun bir eşi benzeri yok.” 

“Yine mi öteki adam!” 

“Onunla ilgili bir esrar havası yaratmak istediğim falan yok. Ama sizin de kendinize göre bir görüşünüz vardır mutlaka. Şimdi verileri ele alın. Küçük ayak izleri, hiç çizme görmemiş ayak parmakları, çıplak ayaklar, ucunda taş balta olan tahta sopa, çevik bir beden, zehirli oklar. Bütün bunlardan ne çıkarıyorsunuz?” 

“Bir  vahşi!”  deyiverdim.  “Belki  de  Jonathan  Small’un  ahbapları  olan Hintlilerden biri.” 

“Pek değil,” dedi. “Garip silahlara ait belirtileri ilk gördüğümde, ben de öyle düşünmüştüm. Hint Yarımadası’nda yaşayan yerlilerden bazıları ufak tefek  yapılıdır,  ama  hiçbiri  öyle  ayak  izi  bırakmış  olamaz.  Hinduların ayakları  ince  ve  uzundur.  Müslümanların  başparmakları  ise  giydikleri sandalın bağı oradan geçtiği için, öbür parmaklardan ayrık durur. O küçük oklar da yalnızca bir türlü fırlatılabilir. Kamışla üfleyerek. Dahası bizim vahşi buraya nereden gelecek?”“Güney Amerika’dan,” diyecek oldum. 

Kolunu uzatıp raftan kalın bir kitap cildi aldı. 

“Yeni yayımlanmaya başlayan bir atlasın ilk cildi bu. En doğru bilgileri içerdiği varsayılabilir. Bakalım ne bulacağız? Andaman Adaları, Bengal Körfezi’nde,  Sumatra’nın  550  kilometre  kuzeyinde  yer  alıyor.  Hımm! Hımm! Bunlar ne? İklimi nemli, mercan resifleri, köpekbalıkları, Port Blair, hükümlü   kışlaları,   Rutland   Adası,   pamuk…   ah,   işte   buldum!   ‘Bazı antropologlar  Afrika  Buşmanlarını,  Amerika’daki  Digger  yerlilerini  ve Terra del Fuegalıları öne sürebilirlerse de, Andaman Adaları’nda yaşayan Aborijinlerin belki de yeryüzünün en ufak tefek ırkı oldukları söylenebilir. Boyları ortalama 1,20 metre uzunluğundadır, bununla birlikte çok daha kısa boylu yetişkinlere rastlanabilir. Gerçi bir kez güvenleri kazanıldıktan sonra çok  sadık  dostluklar  kurabilirler,  ama  aslında  vahşi,  huysuz  ve  dik kafalıdırlar.’ 

“Bunu  not  edin  Watson.  Şimdi  şunu  dinleyin:  ‘Kocaman,  biçimsiz kafaları,    küçük    vahşi    gözleri    ve    çarpık    yüz    hatlarıyla    çirkin görünümlüdürler. Öte yandan ayaklarıyla elleri epeyce ufaktır. Öylesine dik kafalı ve vahşidirler ki, İngiliz görevlilerinin onların dostluğunu kazanma çabaları  başarısızlıkla  sonuçlanmıştır.  Gemileri  batan  tayfaların  korkulu rüyası olmuşlardır; sağ kalanları ya kafalarını taş baltalarıyla parçalayarak ya da onlara zehirli oklarını fırlatarak öldürürler. Bu kıyımların sonunda da bir yamyam şöleni düzenlerler.’ Ne hoş, ne sevimli insanlarmış Watson! Şayet  bu  adam  kendi  başına  iş  görseymiş,  daha  da  tüyler  ürpertici  bir vakayla karşılaşabilirmişiz. Şu haliyle bile Jonathan Small ondan yardım istememiş olmayı yeğlerdi herhalde.” 

“Ama böylesine benzersiz birisini nasıl dost edinebildi?” 

“Ah,  bunu  bilemem.  Ama  Small’un  Andaman  Adaları’ndan  geldiğini belirlediğimize göre, yanında bu yerlinin olması fazla olağandışı sayılmaz. Kuşkusuz   zamanla   her   şeyi   öğreneceğiz.   Bakın   Watson,   perişan görünüyorsunuz. Şu kanepeye uzanın. Bakalım sizi uyutabilecek miyim?” 

Köşede duran kemanını eline aldı ve ben uzanırken hafif, düşsel bir ezgi çalmaya koyuldu… kendi bestesiydi kuşkusuz, doğaçlama çalma yeteneği olağanüstüydü. Zayıf kollarını, ciddi yüzünü ve yayının inip çıkışını hayalmeyal hatırlıyorum. Sonra yumuşacık bir ses denizinden süzülerek kendimi bir  düş  ülkesinde  buldum,  Mary  Morstan’ın  tatlı  yüzü  yukarıdan  bana bakıyordu. 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla