7. Fıçı Olayı

33 0 10 Eylül 2024

Bayan Morstan’ı görevlilerin buraya gelirken bindikleri arabayla evine götürüyordum.  Kadınlar  melek  huylu  olduklarından,  kendisinden  destek bekleyen daha güçsüz birisi varken, sıkıntılara sakin bir yüzle katlanmıştı ve onu ürkmüş kâhyanın yanı başında neşeli ve sakin bir halde bulmuştum. Oysa arabaya binince önce benzi soldu, sonra da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı… bu geceki macera sinirlerini yıpratmıştı. İleriki tarihlerde, o gezi sırasında benim soğuk ve mesafeli birisi olduğumu düşündüğünü söyledi bana. Yüreğimdeki mücadele ya da kendimi tutmak için sarf ettiğim çaba hiç  aklına  gelmemiş.  Nasıl  bahçede  elim  onunkine  doğru  uzandıysa, yüreğimdeki   sevecenlik   ve   sevgi   de   ona   doğru   akıyordu.   Yıllardır sürdürdüğüm alışılmış yaşamın onun tatlı ve cesur doğasını tanımayı tuhaf deneyimlerle   dolu   bu   bir   tek   günde   olduğu   kadar   öğretemediğini hissediyordum. Gel gelelim, dudaklarımdan dökülecek sevgi sözcüklerini engelleyen iki düşüncem vardı. O güçsüz ve çaresizdi, ruhen ve bedenen sarsılmıştı.    Böyle    bir    anda    sevgimi    açıklamak,    güçsüzlüğünden faydalanmak   olurdu.   Daha   da   kötüsü,   o   zengindi.   Eğer   Holmes’un araştırmaları başarıyla sonuçlanırsa, büyük bir mirasa konacaktı. Serbest çalışan bir cerrahın rastlantı sonucu oluşan bir yakınlıktan yararlanması doğru  muydu,  yakışık  alır  mıydı?  Bana  yalnızca  adi  bir  servet  avcısı gözüyle bakmaz mıydı? Böyle bir düşüncenin aklından geçmesi olasılığını göze   alamazdım.   Şu   Agra   hazinesi   aramızda   aşılmaz   bir   engel oluşturuyordu. 

Bayan   Cecil   Forrester’ın   evine   vardığımızda   saat   ikiye   geliyordu. Hizmetkârlar saatlerce önce yatmışlardı, ama Bayan Morstan’ın aldığı tuhaf mektup  Bayan  Forrester’i  öyle  meraklandırmıştı  ki,  onun  dönmesini beklediği için uyumamıştı. Kapıyı kendisi açtı; orta yaşlı, zarif bir kadındı ve  kolunu  Bayan  Morstan’ın  beline  nasıl  sevecenlikle  doladığını,  onu karşılarken nasıl anaç bir sesle konuştuğunu görmek beni sevindirdi. Bayan Morstan belli ki sırf bir çalışan değil, saygı duyulan bir arkadaştı. Beni tanıştırması üzerine, Bayan Forrester büyük bir içtenlikle içeriye buyur etti ve  başımızdan  geçenleri  anlatmamı  istedi.  Ama  ben  görevimin  önemli olduğunu  söyleyerek  vakada  bir  gelişme  kaydedersek,  mutlaka  uğrayıp onlara  bunu  bildirmeye  söz  verdim.  Oradan  uzaklaşırken  geriye  dönüp bakınca basamaklarda duran o küçük grubun görüntüsü hâlâ gözleriminönünde… birbirlerine sarılmış iki zarif kadın, aralık duran kapı, vitraydan süzülen hafif ışık, barometre ve pırıl pırıl parlayan merdiven çubukları. Kendimizi içinde bulduğumuz bu çılgınca ve karanlık vakanın ortasında, sakin bir İngiliz evinin o bir anlık görüntüsü bile sinirlerimi yatıştırdı. 

Zaten olup bitenleri düşündükçe her şey daha da çılgınca ve karanlık görünüyordu. Sokak lambalarının aydınlattığı sessiz sokaklarda yol alırken, bu olağandışı olaylar zincirini baştan sona gözden geçirdim. En azından meselenin başlangıcı şimdi açık seçik ortaya çıkmıştı. Yüzbaşı Morstan’ın ölümü,   gönderilen   inciler,   gazete   ilanı,   mektup…   bütün   bu   olaylar konusunda aydınlanmıştık. Oysa bunlar daha da derin ve çok daha gizemli bir  faciaya  yöneltmişti  bizi.  Hindistan’dan  getirilen  hazine,  Mor-stan’ın bavulunda bulunan tuhaf kroki, Binbaşı Sholto ölürken gerçekleşen tuhaf sahne, hazinenin yerinin bulunmasından hemen sonra bunu bulan kişinin öldürülmesi, cinayete ilişkin çok tuhaf bulgular, ayak izleri, ilginç silahlar, Yüzbaşı Morstan’ın krokisindeki sözcüklerin kâğıtta da yazılı olması… bu öyle bir labirentti ki, ev arkadaşım kadar özel yetenekli olmayan birisinin ipucu konusunda umutsuzluğa kapılması işten değildi. 

Pinchin Sokağı, Lambeth’in aşağı kesiminde iki katlı köhne evlerin dizili olduğu bir sokaktı. 3 numaralı evin kapısını ancak uzun bir süre vurduktan sonra  işittirebildim.  Sonunda  storların  ardında  bir  mum  ışığı  belirdi  ve yukarı pencerede de bir yüz göründü. 

“Git buradan seni sarhoş serseri,” dedi yüzün sahibi. “Gürültü etmeyi sürdürürsen, kulübelerin kapılarını açıp kırk üç köpek salacağım üzerine.” 

“Ben yalnızca onlardan birini almaya geldim,” dedim. 

“Hadi oradan!” diye bağırdı. “Günah benden gitti, bu çuvalın içinde bir sopa var ve eğer defolup gitmezsen onu kafana yiyeceksin!” 

“Ama ben bir köpek istiyorum,” diye bağırdım. 

“Tartışma benimle!” diye haykırdı Bay Sherman. “Şimdi çekil oradan, çünkü üçe kadar sayıp sopayı fırlatacağım.” 

“Bay Sherlock Holmes,” diye söze başladım ve bu sözcükler bir sihir etkisi  gösterdi,  pencere  bir  çırpıda  kapatıldı,  bir  dakika  sonra  kapınınsürgüsü  çekilip  açıldı.  Bay  Sherman  yaşlı,  uzun  boylu,  zayıf,  omuzları düşük, ince boyunlu ve mavi camlı gözlüklü bir adamdı. 

“Bay  Sherlock’un  bir  arkadaşı  için  kapım  her  zaman  açıktır,”  dedi. “Buyrun efendim. Porsuğa yaklaşmayın, çünkü ısırır. Ah seni yaramaz seni, bu beyefendiyi de ısıracak mısın?” Kafesinin çubukları arasından kırmızı gözlü, kötü niyetli kafasını çıkaran bir kakıma söylüyordu bunu. “Buna da aldırmayın efendim, bir ayaksız kertenkele yalnızca. Zehir dişleri olmadığı için serbest bırakıyorum, odada dolaşıp böcekleri yok ediyor. Baştan size kaba  davrandığım  için  kusura  bakmayın  efendim,  çünkü  çocuklar  bana sataşıyor, sırf kapımı vurmak için bu sokaktan geçen bir sürü çocuk var. Bay Sherlock Holmes’un istediği neydi efendim?” 

“Bir köpeğinizi istedi.” 

“Ah, herhalde Toby’yi istemiştir.” 

“Evet, Toby demişti.” 

“Toby’nin yeri soldaki 7 numara.” 

Elindeki mumla, orada topladığı tuhaf hayvanların arasından yavaş yavaş ilerledi. Belli belirsiz, gölgeli ışıkta her köşeden bizi gözetleyen bir sürü gözün parladığını görebiliyordum. Kafalarımızın üzerindeki kirişlerde bile seslerimizden  uyanan  bir  sürü  kuş  tembel  tembel  ağırlıklarını  öbür ayaklarına verip kıpırdanıyorlardı. 

Toby çirkin, kahverengili beyazlı uzun tüylü, sarkık kulaklı, badi badi yürüyen,   çok   hantal,   bir   spanyel   ve   av   köpeği   kırmasıydı.   Yaşlı hayvanseverin  elime  tutuşturduğu  bir  kesme  şekeri  biraz  duraksadıktan sonra kabul edip benimle arkadaşlık kurarak peşimden arabaya geldi ve bana eşlik etme konusunda hiçbir zorluk çıkarmadı. Sarayın saati tam üçü vururken  kendimi  bir  kez  daha  Pondicherry  Konutu’nda  buldum.  Eski boksör McMurdo’nun da suç ortağı olarak tutuklandığını ve Bay Sholto ile birlikte karakola götürüldüklerini öğrendim. Bahçenin dar kapısında nöbet tutan iki görevli vardı, ama dedektifin adını söyleyince köpekle birlikte geçmeme izin verdiler. 

Holmes elleri ceplerinde, piposunu tüttürerek kapıda duruyordu. “Ah, demek getirdiniz!” dedi. “Aferin bu köpeğe!Athelney  Jones gitti.  Siz  gittikten  sonra  burada  kıyamet  koptu.  Jones yalnızca dostumuz Thaddeus’u değil, bekçiyi, kâhyayı ve Hintli hizmetkârı da tutukladı. Yukarıdaki bir çavuşla burada baş başa kaldık. Köpeği burada bırakıp yukarıya gelin.” 

Toby’yi  salondaki  masanın  bacağına  bağlayıp  yeniden  merdivenleri tırmandık.  Oda  bıraktığımız  durumdaydı,  yalnız  ortada  duran  cesedin üzerine  bir  çarşaf  örtülmüştü.  Köşede  de  yorgun  görünen  bir  çavuş oturuyordu. 

“Bana  lambanı  verir  misin  Çavuş?”  dedi  dostum.  “Şimdi  şu  kâğıt parçasını göğsümde duracak biçimde boynuma as. Teşekkür ederim. Şimdi de çizmelerimle çoraplarımı çıkarıyorum. Siz bunları aşağıya getirirsiniz Watson. Ben biraz tırmanacağım. Mendilimi de kreozota batırın. Bu kadar yeter. Şimdi benimle tavan arasına gelin biraz.” 

Delikten  tavan  arasına  geçtik.  Holmes  bir  kez  daha  lambayı  tozun üzerindeki ayak izlerine tuttu. 

“Özellikle bu ayak izlerine dikkat etmenizi istiyorum,” dedi. “Değişik bir şey çarpıyor mu gözünüze?” 

“Bir çocuğun ya da ufak tefek bir kadının ayak izleri bunlar,” dedim. “Boyutlarından başka bir özellikleri var mı?” 

“Ayak izleri nasıl olursa, öyle görünüyorlar.” 

“Hiç de değil. Şuraya bakın! Tozun üzerinde bir sağ ayak izi bu. Şimdi onun yanına ben de çıplak ayağımı basıyorum. En önemli fark ne?” 

“Sizinkinde   parmaklar   bitişik   duruyor.   Öbür   izde   ise   parmaklar birbirlerinden ayrı.” 

“Evet, öyle. Mesele de bu. Bunu unutmayın. Şimdi lütfen şu gizli kapının yanına gidip tahtayı koklar mısınız? Ben burada kalacağım, çünkü elimde bu mendil var.” 

Dediğini yaptım ve birden burnuma keskin bir kreozot kokusu geldi.“Adam çıkarken ayağını buraya basmış. Siz kokuyu aldığınıza göre Toby hiç zorluk çekmeyecek  sanırım. Şimdi aşağıya koşun, köpeği çözün ve Blondin’e dikkat edin.” 

Bahçeye  çıktığımda  Sherlock  Holmes  çatıdaydı  ve  kenarda  sürünerek yavaş yavaş ilerleyen kocaman bir ateşböceği gibi görüyordum onu. Bir ara bacaların  arkasında  gözden  kayboldu,  ama  hemen  sonra  önce  yeniden göründü, arkasından evin öbür tarafında bir kez daha gözden kayboldu. Ben de evin arka tarafına dolandığımda, köşedeki oluklardan birinin üzerinde oturur buldum onu. 

“Siz misiniz Watson?” diye seslendi. 

“Evet.” 

“İşte burası. Aşağıdaki şu siyah şey ne?” 

“Bir su fıçısı.” 

“Kapağı üstünde mi?” 

“Evet.” 

“Ortalarda bir merdiven görüyor musunuz?” 

“Hayır.” 

“Adamın yaptığı işe bak! İnsan burada kafa göz yarabilir. O buradan tırmanabildiyse,  benim  de  inebilmem  gerekirdi.  Boru  epeyce  sağlam görünüyor. Yine de deneyeceğim.” 

Bir sürtünme sesi duyuldu ve lambanın duvardan aşağıya inişini gördüm. Derken Holmes bir sıçrayışta fıçının üstüne, oradan da yere atladı. 

“Adamın kaçış yolunu izlemek kolay oldu,” dedi çoraplarıyla çizmelerini ayağına  geçirirken.  “Yukarıda  kiremitlerin  çoğu  yerlerinden  oynamıştı; kaçarken de acelesinden şunu düşürmüş. Siz doktorların deyişiyle teşhisim doğrulanmış oldu.” 

Bana   gösterdiği   nesne   renkli   otlardan   örülmüş,   ucuz   boncuklarla süslenmiş, ufak bir kese ya da torbaydı. Biçimi ve boyutlarıyla bir tütünkesesini andırıyordu. İçinde bir ucu sivri, öbürü yontularak yuvarlatılmış, Bar tholomew  Sholto’nun  kafasına  saplı  bulduğumuza  benzer  yarım  düzine koyu renkli tahta ok vardı. 

“Bunlar  berbat  şeyler,”  dedi  Holmes.  “Dikkat  edin  de  bir  yerinize batmasınlar. İyi ki buldum bunları, zira büyük olasılıkla elindekilerin hepsi bu  kadardı.  Çok  geçmeden  sizin  ya  da  benim  bir  yerimize  saplanmış bulmamız tehlikesi azalmış oldu. Kendi hesabıma, bunlardansa bir Martini kurşunu yemeyi yeğlerim. On kilometrelik yorucu bir yürüyüşe ne dersiniz Watson?” 

“Hayhay,” diye cevap verdim. 

“Bacağınız dayanır mı?” 

“Evet, evet.” 

“Hadi bakalım kuçu kuçu! Aferin sana Toby! Kokla şunu Toby, kokla!” Kreozot  sürülmüş  mendili  köpeğin  burnuna  tutarken,  hayvan  da  tüylü bacakları birbirinden ayrılmış, sanki ünlü bir rekoltenin şaraplarını tadan bir uzman gibi kafasını çok komik bir biçimde dikmiş duruyordu. Daha sonra Holmes mendili çekti, köpeğin boynuna sağlam bir ip bağladı ve onu su fıçısının  yanına  götürdü.  Hayvan  o  anda  yüksek  sesle,  acı  acı  havladı, burnunu  yere  sürttü,  kuyruğunu  salladı  ve  tasmasını  zorlayarak  bizi koşturmaya başladı. 

Doğuda yavaş yavaş gün ağarmaya başlıyordu, soğuk boz ışıkta artık önümüzü  biraz  görebiliyorduk.  Kapkara  boş  pencereleri,  yüksek  çıplak duvarlarıyla hüzünlü ve ıssız duran kocaman dört köşe ev arkamızda kaldı. Bahçenin ortasında yer yer engel oluşturan hendeklere ve çukurlara bata çıka gidiyorduk. Buranın sağda solda yükselen toprak yığınları ve dal budak sarmış çalılarla, üzerine bir bulut gibi çöken faciaya uygun düşen kıraç ve tekinsiz bir görünümü vardı. 

Toby  bahçe  duvarına  varınca  sabırsızlığını  gösteren  bir  viyaklama tutturarak  duvarın  gölgesinde  dolanmaya  başladı  ve  sonunda  küçük  bir kayın ağacının arkasında kalan bir köşede durdu. İki duvarın bitiştiği yerde tuğlalardan birkaçının sökülmesiyle açılan oyuklar sık sık merdiven olarak kullanıldıklarından  aşınmış  ve  alt  kısımları  yuvarlaklaşmıştı.  Holmes buradan tırmandı, köpeği benden alıp duvarın öbür tarafına bıraktı.“Burada   takma   bacaklı   adamın   elinin   izi   var,”   dedi   ben   yanına tırmanırken, “Beyaz sıvanın üzerindeki hafif kan lekesine bakın. Dünden beri yağmur yağmamış olduğu için talihliyiz! Buradan yirmi sekiz saat önce geçmiş olsalar da yolda koku kalmıştır.” 

Bu süre içinde Londra yolundan gelip geçen trafiği düşününce, kendi hesabıma  bundan  kuşku  duyduğunu  itiraf  etmeliyim.  Oysa  biraz  sonra korkum geçti. Toby hiç duraksamadan ve yolunu şaşırmadan kendine özgü paytak  yürüyüşüyle  ilerledi.  Belli  ki  kreozotun  kokusu  başka  bütün kokulardan baskındı. 

“Sanmayın ki,” dedi Holmes, “bu vakayı çözebilmek için sırf adamlardan birinin ayağını kreozota basmasına bel bağlıyorum. Şu anda elimde onların izini  sürebilmemi  sağlayacak  pek  çok  bilgi  var.  Ama  bu  en  kolayı  ve madem    talih    karşımıza    bunu    çıkardı,    göz    ardı    edecek    olsam bağışlanamazdım.  Yine  de  bu  sayede  vaka  bir  ara  göründüğü  gibi  sırf zekâya  dayanan  bir  bilmece  olmaktan  çıktı.  Elimizde  bu  somut  ipucu olmasaydı, bayağı övünülecek bir başarı olurdu doğrusu.” 

“Övünseniz de yeri,” dedim. “Bana inanın Holmes, bu vakada sonuç elde etme yöntemlerinize, Jefferson Hope vakasında olduğundan bile daha çok hayranlık duyuyorum. Bu mesele daha derin ve daha anlaşılmaz görünüyor bana.  Sözgelimi  takma  bacaklı  adamı  nasıl  olup  da  bu  denli  kendinize güvenerek tanımlayabiliyorsunuz?” 

“Pöh! O kadar basit ki. Böbürlenmek istemiyorum. Ama her şey apaçık ve  ortada.  Gardiyanların  komutanı  durumunda  iki  subay  gömülü  bir hazineye ilişkin önemli bir sırrı öğreniyorlar. Jonathan Small adında bir İngiliz onlara bir kroki çiziyor. Yüzbaşı Morstan’ın krokisinin üzerinde bu adı  gördüğümüzü  hatırlayın.  Krokide  kendinin  ve  ortaklarının  imzaları vardı… kulağa çarpıcı gelsin diye dörtlerin imzası demiş. Subaylar –ya da ikisinden  biri–  krokinin  yardımıyla  hazineyi  buluyor  ve  İngiltere’ye getiriyor, ama anlaşılan uyması gereken bir koşulu yerine getirmiyor. İyi ama Jonathan Small ne diye hazineyi kendisi almadı? Bunun cevabı basit. Krokinin tarihi, Mor-stan’ın hükümlülerle yakın ilişki içinde olduğu bir tarih.  Jonathan  Small,  kendisi  ve  arkadaşları  hükümlü  oldukları  ve kaçamadıkları için hazineyi alamadı.” 

“Ama yalnızca bir tahmin bu,” dedim.“Tahminden  öte.  Olgularla  örtüşen  tek  varsayım  bu.  Bakalım  sonraki olaylarla nasıl bağdaşıyor. Binbaşı Sholto birkaç yıl hazineye sahip olmanın mutluluğuyla huzur içinde yaşıyor. Derken Hindistan’dan aldığı bir mektup üzerine büyük bir korkuya kapılıyor. Neydi bu?” 

“Dolandırdığı adamların tahliye olduklarını bildiren bir mektup.” 

“Ya da kaçtıklarını. Bu daha olası, çünkü onların hükümlülük sürelerini biliyordu herhalde. Kendisi için bir sürpriz olmazdı bu. Bunun üzerine ne yapıyor? Takma bacaklı bir adamdan korunmak için önlemler alıyor… ama bir  beyazdan,  çünkü  yanlışlıkla  esnaftan  beyaz  bir  adama  ateş  ediyor. Krokide yalnızca bir beyazın adı var. Berikiler ya Hindu ya da Müslüman. Aralarında başka beyaz yok. Demek ki takma bacaklı adamın Jonathan Small olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Bu akıl yürütmede yanlış bir şey var mı sizce?” 

“Hayır, açık ve mantıklı.” 

“Şimdi  kendimizi  Jonathan  Small’un  yerine  koyalım.  Meseleye  onun açısından bakalım. İngiltere’ye hem kendi hakkı olan şeyi almaya, hem de kendisini  dolandıran  adamdan  öç  almaya  geliyor.  Sholto’nun  nerede oturduğunu öğrendi ve büyük bir olasılıkla evden birisiyle ilişki kurdu. Daha yüzünü görmediğimiz şu Lal Rao var. Bayan Bernstone’a göre adam hiç de olumlu birisi değil. Oysa Small hazinenin nerede saklı olduğunu bulamadı, çünkü yerini binbaşıdan ve ölmüş olan sadık bir hizmetkârdan başka   kimse   bilmiyordu.   Derken   Small   binbaşının   ölüm   döşeğinde olduğunu öğreniyor. Onun ölümüyle birlikte hazinenin sırrı da gömülürse diye  aklı  başından  gidiyor,  korumaları  aşıyor,  ölmekte  olan  adamın penceresine geliyor ve ancak iki oğlunun orada olması içeriye girmesine engel oluyor. Öte yandan, ölen adama nefretinden çılgına dönmüş bir halde o gece odaya giriyor, hazineyle ilgili bir not bulma umuduyla onun özel belgelerini karıştırıyor, son olarak da bir kâğıda yazdığı kısa bir cümleyle ziyaretini bildiriyor. Binbaşıyı öldürecek olursa, bunun basit bir cinayet değil, dört ortak açısından adaletin yerine getirilmesi olduğunu göstermek amacıyla böyle bir yazı bırakmayı kuşkusuz önceden planlamıştı. Bu çeşit tuhaf gösteriş merakına suç tarihinde sık rastlanır ve bunlar çoğu zaman katille ilgili değerli göstergelerdir. Buraya kadar izleyebildiniz mi?” 

“Çok açık seçik.”“Jonathan Small bundan sonra ne yapabilirdi? Hazineyi arama çabalarını gizliden    gizliye    gözlemeyi    sürdürebilirdi    yalnızca.    Bir    olasılıkla İngiltere’den  gidiyor  ve  arada  bir  buraya  geliyor.  Derken  tavan  arası keşfediliyor, onun da bundan hemen haberi oluyor. Yine evin içinden bir suç  ortağının  varlığı  söz  konusu.  Jonathan  Small’un  takma  bacağıyla Bartholomew Sholto’nun tepedeki odasına tırmanabilmesi olanaksız. Oysa yanında götürdüğü tuhaf suç ortağı böyle bir güçlük çekmiyor, ama çıplak ayağıyla  kreozota  basıyor;  böylece  de  iş  Toby’ye  ve  sakat  ayağıyla topallayarak  on  kilometre  yürümek  zorunda  kalan  emekli  bir  subaya düşüyor.” 

“Ama cinayeti işleyen Jonathan değil, suç ortağıydı.” 

“Evet.   Üstelik   odaya   girince   ortalıkta   nasıl   dolandığına   bakılırsa, Jonathan’ın tüylerini diken diken eden bir biçimde. Aslında Bartholomew Sholto’ya bir garezi yoktu ve elinin kolunun bağlanması, bir de ağzının kapatılmasını yeğlerdi. Boynuna idam ipinin geçirilmesini istemezdi. Ama yapılacak bir şey yoktu: Suç ortağının vahşi içgüdüleri baskın çıkmış, zehir de  yapacağını  yapmıştı;  böylece  Jonathan  Small  notunu  bıraktı,  hazine sandığını   iple   yere   sarkıttı   ve   ardından   kendisi   de   aşağıya   indi. Çözebildiğim kadarıyla olaylar böyle gelişti. Eşkaline gelince, tabii ki orta yaşlı ve Andaman Adaları gibi bir cehennemde geçirdiği süre düşünülürse yanık  tenli  olmalı.  Boyu  adım  uzunluğundan  kolayca  hesaplanabilir  ve sakallı olduğunu da biliyoruz. Saçı sakalı birbirine karışmış olması, onu pencerede gören Thaddeus Sholto’nun aklında kalan bir özellikti. Bundan başka bir şey bilmiyorum.” 

“Ya suç ortağı?” 

“Ha,   evet,   bunda   büyük   bir   gizem   yok.   Ama   yakında   her   şeyi öğreneceksiniz. Sabah havası ne kadar güzel! Şu bir tek buluta bakın, sanki dev bir flamingodan kopan pembe bir tüy gibi süzülüyor. Şimdi de güneşin kızıl  halkası  Londra’nın  bulutlu  semasını  aralamaya  çalışıyor.  Pek  çok kişiye  saçıyor  ışığını,  ama  bahse  girerim  ki,  aralarında  hiçbiri  sizin  ve benimkinden  daha  tuhaf  bir  işin  peşinde  değil.  Doğanın  temel  güçleri karşısında,  değersiz  hırslarımız  ve  uğraşlarımızla,  ne  kadar  da  küçük hissediyoruz kendimizi. Jean Paul’u okuyorsun, değil mi? İyi gidiyor mu?” 

“Fena değil. Önce Carlyle okumuştum.”“Bir dereyi izleyerek ta göle kadar varmak gibi bir şey bu. Tuhaf ama derin  bir  düşünce  dile  getirmiş.  İnsanın  büyüklüğünün  başlıca  kanıtının kendi küçüklüğünü algılamak olduğunu söylüyor. Bu öyle bir karşılaştırma ve değerlendirme gücü ki, başlı başına bir soyluluk kanıtı. Richter insanın düşünme gereksinimini doyuruyor. Sizin tabancanız var, değil mi?” 

“Bastonum var.” 

“Ola ki gizlendikleri yere ulaşırsak bu tür bir şey gerekebilir. Jonathan’ı size bırakacağım, ama beriki aksilik çıkarırsa onu vurup öldürürüm.” 

Konuşurken  tabancasını  çıkardı  ve  iki  mermi  koyduktan  sonra  yine ceketinin sağ cebine yerleştirdi. 

Bu arada Toby’nin peşinden, kente giden, yan yana villaların dizili olduğu yarı kırsal yollardan geçmiştik. Şimdiyse emekçilerin ve rıhtım işçilerinin çoktan işlerine gitmeye başladıkları, kılıksız kadınların panjurları indirip kapı  önlerini  süpürdükleri,  daha  düzenli  sokaklara  varıyorduk.  Köşeli damları olan köşe birahaneleri yeni açılmıştı ve içlerinden dışarıya sabah siftahından  sonra  ıslanan  sakallarını  kollarıyla  silen  kaba  görünümlü adamlar çıkıyordu. Ortalıkta dolaşan köpekler geçerken meraklı gözlerle bize bakıyorlardı, ama bizim biricik Toby’miz sağına soluna bakmadan, burnu yerde, ara sıra kokuyu izlediğini belli eden sabırsız sesler çıkararak başını almış gidiyordu. 

Streatham,   Brixton   ve   Camberwell’i   geride   bırakmış   ve   Oval’in doğusunda kalan ara sokaklardan geçip kendimizi Kennington Sokağı’nda bulmuştuk. Peşinde olduğumuz adamlar herhalde gözden uzak kalabilmek için tuhaf derecede dolambaçlı bir yol izlemişlerdi. Karşılarına paralel bir ara   sokak   çıktığında   mutlaka   anayoldan   ayrılmışlardı.   Kennington Sokağı’nın sonunda Bond Sokağı ve Miles Sokağı’na sapmışlardı. Miles Sokağı’nın Knight’s Meydanı’na açıldığı yerde Toby durdu ve köpeklere özgü bir kararsızlık içinde, kulaklarının biri havada, öbürü sarkık olarak ileri geri koşmaya başladı. Sonra da sanki utanarak özür dilercesine ara sıra kafasını kaldırıp bize bakarak dönüp durmaya başladı. 

“Bu köpeğin nesi var?” diye homurdandı Holmes. “Herhalde bir arabaya da binmediler, bir balonla havaya da uçmadılar.” 

“Belki de bir süre burada durdular,” diyecek oldum.“Hah! Tamam. Yine yola koyuldu,” dedi dostum rahatlamış bir sesle. Toby gerçekten de yine ortalığı kokladıktan sonra birden kararını verip 

daha önce göstermediği bir enerji ve azimle koşmaya başlamıştı. Aldığı koku öncekine göre daha keskindi, çünkü artık yeri koklamıyor, tasmasını zorlayarak ileriye atılmaya çabalıyordu. Holmes’un gözlerindeki parıltıdan yolculuğumuzun  sonuna  varmak  üzere  olduğumuzu  düşündüğünü anlayabiliyordum. 

Şimdi Nine Elms’den geçerek White Eagle meyhanesinin hemen ötesinde Broderick ve Nelson’a ait büyük kereste deposuna geldik. Köpek burada heyecandan  çılgına  dönerek  yan  kapıdan  bıçkıcıların  çalışmakta  olduğu deponun avlusuna girdi. Talaş tozlarının ve yongaların arasından koşturarak iki   odun   yığının   arasındaki   bir   geçide   saptı   ve   sonunda   bir   zafer havlamasıyla  oraya  taşınması  için  kullanılan  bir  el  arabasında  duran kocaman bir fıçının üstüne zıpladı. Toby, dili dışarıda, gözlerini kırpıştırıp ödüllendirmemizi  bekleyerek  ve  bir  bana  bir  Holmes’a  bakarak  fıçının üstünde duruyordu. 

Fıçının üstüne ve el arabasının tekerleklerine koyu bir sıvı bulaşmıştı ve ağır bir kreozot kokusu ortalığı sarmıştı. 

Sherlock Holmes ile ben önce boş boş bakıştık, sonra da ikimiz de aynı anda katıla katıla gülmeye başladık. 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla