5. Pondicherry Konutu’ndaki Facia

29 0 10 Eylül 2024

Bu  geceki  maceralarımızın  son  durağına  vardığımızda,  saat  on  bire geliyordu. Büyük kentin nemli sisini geride bırakmıştık ve oldukça güzel bir geceydi. Batı yönünden ılık bir rüzgâr esiyor, gökyüzünden ağır ağır kalın bulutlar geçiyor, arada bir de bulutların arasında bir boşluk bulan yarımay yüzünü gösteriyordu. Biraz ötemizi görebiliyorduk, ama Thaddeus Sholto   yolumuzu   daha   iyi   görebilelim   diye   arabanın   iki   yanındaki lambalardan birini aldı. 

Pondicherry Konutu kendine ait bir arazinin ortasında yer alıyordu ve üzeri  cam  kırıkları  dolu  çok  yüksek  bir  taş  duvarla  çevriliydi.  İçeriye girmek için bir tek demirli kapı vardı. Rehberimiz bu kapıyı postacı gibi belli bir tempoyla vurdu. 

“Kim var orada?” diye seslendi birisi huysuz bir sesle. 

“Ben geldim McMurdo. Kapı vuruşumu herhalde artık tanıyorsundur.” Bir homurdanmayla birlikte anahtar şıngırtısı duyuldu. Kapı ardına kadar 

açıldı ve lambanın sarı ışığında güvensizlik parıltılarının yanıp söndüğü gözleriyle çıkıntılı bir suratı, kabarık bir göğsü olan bir adam göründü. 

“Siz miydiniz Bay Thaddeus? Ama bu ötekiler kim? Patronum onlardan bana hiç söz etmedi.” 

“Etmedi  mi  McMurdo?  Beni  şaşırtıyorsun!  Dün  gece  kardeşime  bazı dostlarımı buraya getireceğimi söylemiştim.” 

“Bugün hiç odasından çıkmadı Bay Thaddeus, bana da hiçbir talimat vermedi.  Talimatlara  uymam  gerektiğini  çok  iyi  bilirsiniz.  Sizi  içeriye alabilirim, ama dostlarınız burada kalacak.” 

Hiç beklenmedik bir engeldi bu. Thaddeus Sholto şaşkın ve çaresiz bir edayla çevresine bakındı. 

“Çok ayıp ediyorsun McMurdo!” dedi. “Eğer ben onlara kefil oluyorsam bu  sana  yeter.  Burada  bir  genç  hanımefendi  de  var.  Bu  saatte  sokak ortasında bekleyecek hali yok.”“Kusura bakmayın Bay Thaddeus,” diye diretti uşak. “Bu insanlar sizin dostlarınız   olabilir,   ama   patronumun   dostları   olmayabilir.   Görevimi yapmam karşılığında bana iyi para ödüyor, ben de görevimi yapacağım. Dostlarınızdan hiçbirini tanımıyorum.” 

“Ama beni tanıyorsun McMurdo,” dedi Sherlock Holmes cana yakın bir tavırla. “Beni unuttuğunu sanmıyorum. Dört yıl önce Alison’un salonunda düzenlenen  jübilende  üç  raunt  dövüştüğün  amatör  boksörü  hatırlamıyor musun?” 

“Bay Sherlock Holmes olamazsınız!” diye kükredi boksör. “Tanrım! Nasıl da tanıyamadım sizi? Orada sessiz sedasız duracağınıza üzerime yürüyüp çeneme o kroşenizi savursaydınız, hemen tanırdım. Ah, siz yeteneğinizi boşa harcayan birisisiniz, gerçekten! Boksa heves duysaydınız, yükseklere tırmanabilirdiniz.” 

“Görüyor musunuz Watson, şayet yapacak hiçbir iş bulamazsam, bilimsel mesleklerden birinin kapısı bana açık,” dedi Holmes gülerek. “Dostumuz bizi artık soğukta bekletmeyecektir eminim.” 

“İçeri  buyurun,  efendim,  içeri  buyurun…  siz  de,  dostlarınız  da,”  diye karşılık verdi adam. “Çok özür dilerim Bay Thaddeus, ama talimatlar çok sıkı. İçeriye almadan önce dostlarınızdan emin olmalıydım.” 

İçerde bakımsız bir bahçenin ortasından geçen çakıl taşlı bir patika, kare biçimli ve iç karartıcı görünümlü, bir köşesine vuran ay ışığı sayesinde aydınlanan çatısındaki bir pencere dışında gölgelere gömülmüş muazzam bir eve doğru uzanıyordu. Yapının büyüklüğü, kasvetli ve ölüm sessizliği içinde olması insanın yüreğini ürpertiyordu. Thaddeus Sholto bile tedirgin görünüyor, elinde taşıdığı lamba sarsılıp duruyordu. 

“Anlayamıyorum,” dedi. “Bir yanlışlık olmalı. Bar-tholomew’ya burada olacağımızı açık açık söylemiştim, oysa penceresinde hiç ışık yok. Bundan ne anlam çıkaracağımı bilmiyorum.” 

“Evi her zaman böyle koruma altında mı tutar?” diye sordu Holmes. “Evet, babamın âdetini sürdürdü. Babam onu daha çok severdi ve zaman 

zaman  bana  anlattıklarından  daha  fazlasını  ona  anlatmış  olabileceğini düşünürüm.  Yukarıdaki  ay  ışığı  vuran  şu  pencere  Bartholomew’nun odasının  penceresi.  Aydınlık  görünüyor,  ama  sanırım  içeride  hiç  ışık yanmıyor.” 

“Hiç  ışık  yanmıyor,”  dedi  Holmes.  “Ama  kapının  yanındaki  ufak pencerede bir ışık parıltısı görüyorum.” 

“Orası kâhyanın odası. Yaşlı Bayan Bernstone orada oturur. O bize her şeyi söyleyecektir. Ama bir iki dakika burada beklemenizin bir sakıncası yoktur umarım, çünkü hep birden içeri girersek ve geleceğimizden haberi yoksa korkuya kapılabilir. Bir dakika, şşş! Bu da ne?” 

Elindeki   lambayı   yukarıya   doğru   kaldırdı,   eli   öyle   titriyordu   ki, çevremizde  ışık  halkaları  dolaşıp  oynaşmaya  başladı.  Bayan  Morstan bileğimi kavradı ve hepimiz durup yürek çarpıntıları içinde kulak verdik. Kocaman ve kapkara evden gece sessizliğinde son derece kederli ve acıklı bir ses geldi… korkmuş bir kadının tiz ve kesik kesik kopardığı çığlıklar… 

“Bu Bayan Bernstone’un sesi,” dedi Sholto. “Evde ondan başka kadın yok. Burada bekleyin. Hemen dönerim.” 

Kapıya  doğru  seğirtti  ve  kendine  özgü  vuruşuyla  kapıyı  çaldı.  Uzun boylu, yaşlı bir kadının onu görür görmez sevinerek içeri aldığını gördük. 

“Ah, Bay Thaddeus, efendim, geldiğinize ne kadar sevindim! Geldiğinize ne kadar sevindim Bay Thaddeus, efendim!” 

Kapı kapanıp sesi tekdüze bir mırıltıya dönüşünceye kadar kadının bu sevinç sözlerini tekrarlayışını işittik. 

Rehberimiz lambayı bize bırakmıştı. Holmes bunu yavaş yavaş çevresine doğru tutarak dikkatle evi ve bahçeyi dolduran büyük toprak yığınlarını inceledi. Bayan Mor-stan ile ben yan yana duruyorduk, eli elimdeydi. Aşkne  kadar  harikulade  bir  duygu,  o  günden  önce  birbirini  hiç görmemiş, aralarında  hiçbir  sevgi  sözcüğü  dile  getirilmemiş,  hatta  sevgiyle bakışmamış iki kişiydik, oysa şimdi bu zor anda içgüdüsel bir biçimde ellerimiz buluşmuştu. O gün bugündür buna şaşarım, ama o sırada onu kollamak yapılacak en doğal hareket gibi görünmüştü bana, kendisinin de bana  sık  sık  söylediği  gibi,  o  da  teselli  ve  korunma  aramak  için  bana sığınma içgüdüsü duymuştu. Böylece iki çocuk gibi el ele duruyorduk ve çevremizi saran tüm karanlık şeylere karşın yüreklerimiz huzur buluyordu. 

“Ne tuhaf bir yer!” dedi çevresine bakınarak. 

“Sanki İngiltere’nin bütün köstebekleri buraya toplanmış gibi. Ballarat yakınlarındaki bir tepenin yamacında da buna benzer bir şey görmüştüm, maden arama çalışmaları yapılıyordu orada.” 

“Nedeni aynı,” dedi Holmes. “Hazineyi arayanlardan kalma bunlar. Altı yıl boyunca aradıklarını unutmayın. Arazinin bir taşocağına benzemesine şaşmamak gerek.” 

O anda evin kapısı ardına kadar açıldı ve Thaddeus Sholto kollarını öne doğru uzatmış, gözlerinde dehşet dolu bir bakışla koşarak kapıdan çıktı. 

“Bartholomew’ya   bir   şeyler   olmuş!”   diye   haykırdı.   “Korkuyorum! Sinirlerim dayanmıyor buna.” 

Aslında  korkudan  ağlamaklı  gibiydi  ve  kocaman  ast-ragan  yakasının ortasındaki seğiren, süzgün yüzünde ürkmüş bir çocuğun çaresizce yalvaran ifadesi vardı. 

“İçeriye girelim,” dedi Holmes kararlı ses tonuyla. 

“Evet, girelim!” diye yakardı Thaddeus Sholto. “Ben ne yapacağımızı söyleyecek halde değilim.” 

Onun peşinden hepimiz koridorun solundaki kâhya odasına daldık. Yaşlı kadın  yüzünde  korkmuş  bir  ifadeyle  parmaklarını  huzursuzca  oynatarak odayı arşınlıyordu, ama Bayan Morstan’ı görünce sanki yatışır gibi oldu. 

“Tanrı  sizin  tatlı,  sakin  yüzünüzü  korusun!”  diye  haykırdı  hıçkırarak. “Sizi görmek iyi geldi bana. Ah, bugün adeta sabrım sınanıyor!”Bayan  Morstan  onun  zayıf,  işten  yıpranmış  elini  okşayıp  kadınca  bir sevecenlikle   bir   iki   söz   mırıldanınca   kâhyanın   bembeyaz   kesilmiş yanaklarına biraz renk geldi. 

“Beyefendi odasının kapısını içeriden kilitlemiş, bana cevap vermiyor,” diye açıkladı. “Bütün gün bana seslenmesini bekledim, çünkü çoğu zaman yalnız kalmak ister… ama bir saat önce bir terslik olmasından korktum ve yukarıya  çıkıp  anahtar  deliğinden  içeri  baktım.  Çıkıp  bakmalısınız  Bay Thaddeus…  bakıp  kendi  gözlerinizle  görmelisiniz.  Bay  Bartholomew Sholto’yu on yıldır iyi gününde de, kötü gününde de gördüm, ama hiçbir zaman yüzünü bu halde görmedim.” 

Sherlock  Holmes  lambayı  eline  alıp  önden  yürüdü,  çünkü  Thaddeus Sholto’nun  dişleri  birbirine  vuruyordu.  Öylesine  perişandı  ki,  koluna girmem gerekti, çünkü dizleri titriyordu. Merdivenleri tırmanırken, Holmes iki  kez  cebinden  büyütecini  çıkarıp  hindistancevizi  liflerinden  örülü merdiven  halısının  üzerinde  bana  yalnızca  biçimsiz  toz  lekeleri  gibi görünen birtakım izleri dikkatle inceledi. Basamakları birer birer tırmanıp lambayı aşağıya doğru tutarak sağına ve soluna dikkatle bakıyordu. Bayan Mor-stan korku içindeki kâhyayla birlikte geriden geliyordu. 

Üçüncü katın da merdivenlerinden çıkınca, sağ duvarına büyük bir Hint halısı asılmış, sol tarafında ise üç kapı bulunan uzunca bir koridora geldik. Holmes   yine   yavaş   yavaş   ve   her   yeri   inceleyerek   ilerliyor,   bizse peşimizdeki  koridorda  uzayan  simsiyah  gölgelerimizle  onun  ayaklarının dibinden ayrılmıyorduk. Bakacağımız yer üçüncü kapıydı. Holmes kapıyı vurdu, ama cevap alamadı, ardından kapının kolunu çevirip iterek açmaya çalıştı.  Ama  içeriden  kilitlenmişti  ve  lambayı  tutunca  kilidin  büyük  ve sağlam  olduğunu  gördük.  Yine  de  anahtar  çevrilmiş  olduğu  için  delik tümüyle   kapalı   değildi.   Sherlock   Holmes’un   eğilip   delikten   içeriye bakmasıyla bir anda soluğu kesilmiş gibi bir ses çıkararak doğrulması bir oldu. 

“Bu işin içinde şeytanca bir şey var Watson,” dedi daha önce onu hiç görmediğim kadar etkilenmiş bir tavırla. “Siz ne düşünüyorsunuz?” 

Eğilip delikten içeriye bakınca dehşet içinde irkildim. Odaya dolan ay ışığı belirsiz ve değişken bir aydınlık yayıyordu. Bir yüz dosdoğru bana bakıyordu ve aşağısında kalan her şey gölgede olduğu için sanki boşluktasallanıyor  gibiydi…  dostumuz  Thaddeus’un  yüzüydü  bu.  Aynı  geniş  ve parlayan alın, yüzünü çevreleyen aynı kızıl sakal tutamları ve aynı solgun çehre. Oysa yüz hatlarına yerleşen korkunç gülümseme, donuk ve doğaya aykırı sırıtış, ay ışığıyla aydınlanmış o sessiz odada kaşları çatılmış ya da somurtan  bir  yüzden  çok  daha  sinir  bozucuydu.  Bu  yüz  ufak  tefek dostumuzunkine o kadar benziyordu ki, gerçekten yanımızda olduğundan emin olmak için dönüp ona baktım. Sonra kardeşiyle ikiz olduklarını bize söylediği geldi aklıma. 

“Bu korkunç!” dedim Holmes’a. “Ne yapacağız?” 

“Kapıyı kırmamız gerekiyor,” diye karşılık verdi ve bütün gücüyle kilide yüklendi. 

Kapı  gıcırdayıp  inledi,  ama  yerinden  kımıldamadı.  Bir  kez  daha  hep birlikte abandık, bu kez ani bir çatırtıyla açıldı ve kendimizi Bartholomew Sholto’nun odasında bulduk. 

Burada    bir    kimya    laboratuvarı    kurulmuşa    benziyordu.    Kapının karşısındaki duvarda iki sıra halinde cam kapaklı şişeler diziliydi, masanın üzerinde de Bunsen bekleri, test tüpleri ve imbikler vardı. Köşelerde, hasır sepetlerin  içinde  asit  damacanaları  duruyordu.  Bunlardan  biri  anlaşılan çatlamıştı, çünkü yere koyu renkli bir sıvı sızmıştı ve havada katranımsı keskin bir koku vardı. Odanın bir tarafında, sıva döküntülerinin ortasında bir dizi basamak ve bunların üstünde de tavanda bir adamın geçebileceği büyüklükte bir delik görülüyordu. Basamakların dibinde özensizce sarılı duran uzun bir ip tomarı duruyordu. 

Masanın yanındaki ahşap bir koltukta evin sahibi yığılmış oturuyordu, kafası  sol  omzuna  doğru  sarkmıştı  ve  yüzünde  o  korkunç,  gizemli gülümseme  vardı.  Soğuyup  kaskatı  kesilmiş  olduğundan  epeyce  zaman önce öldüğü belliydi. Yalnızca yüz hatları değil, aynı zamanda kollarıyla bacakları da son derece olağandışı bir biçimde bükülmüş gibi geldi bana. Masanın üstündeki elinin yanında tuhaf bir alet duruyordu… ucuna kaba sicimle çekiç biçimli bir taşın bağlandığı, kahverengi, ince damarlı tahtadan yapılmış bir sopa. Bunun yanındaysa, üzerine birkaç sözcüğün karalanmış olduğu bir kâğıt parçası vardı. Holmes bir göz attıktan sonra kâğıdı bana verdi.“Görüyorsunuz ya,” dedi kaşlarını anlamlı bir biçimde kaldırarak. Lambanın ışığında, dehşet içinde sözcükleri okudum. “Dörtlerin imzası.” “Tanrı aşkına, bütün bunlar ne demek?” diye sordum. 

“Cinayet  demek,”  dedi  cesedin  üzerine  eğilirken.  “Ah!  Bekliyordum zaten. Şuraya bakın!” 

Kulağının hemen üzerinde cildine saplanmış uzun, koyu renkli, dikeni andıran bir şeyi işaret etti. 

“Dikene benziyor,” dedim. 

“Evet, bir diken. Çıkarabilirsin. Ama dikkat et, çünkü zehirli.” 

Çıkarıp  başparmağımla  işaretparmağımın  arasında  tuttum.  Saplandığı deriden öyle kolay çıktı ki, geride izi bile kalmadı. Açtığı delikte ufacık bir kan damlası göründü. 

“Bütün bunlar benim için çözülmesi olanaksız bir gizem,” dedim. “Her şey aydınlanacağı yerde karanlıklaşıyor.” 

“Tersine,”  diye  karşılık  verdi,  “her  an  daha  da  aydınlanıyor.  Elimde tümüyle tutarlı bir vaka olması için, bir iki eksik halkayı tamamlamam gerek yalnızca.” 

Odaya gireli beri dostumuzun varlığını neredeyse unutmuştuk. Thaddeus hâlâ kapı aralığında tam bir dehşet duygusu tablosu oluşturarak duruyor, ellerini   ovuşturup   kendi   kendine   sızlanıyordu.   Derken,   birdenbire yakınırcasına tiz bir feryat kopardı. 

“Hazine gitmiş!” dedi. “Kardeşimi soymuşlar! Şurası onu tavan arasından indirdiğimiz  delik.  İndirirken  ona  yardım  etmiştim!  Onu  en  son  ben gördüm!  Dün  gece  burada  bıraktım  onu  ve  aşağıya  inerken  kapıyı kilitlediğini duydum.” 

“Saat kaçtı?” 

“Ondu.  Oysa  şimdi  o  öldü  ve  polisler  gelince  bu  işte  parmağım olduğundan kuşkulanacaklar. Ah, evet, eminim kuşkulanacaklar. Ama siz öyle     düşünmüyorsunuz,     değil     mi     beyler?     Benim     yaptığımıdüşünmüyorsunuz herhalde, değil mi? Ben yapmış olsam, sizi buraya getirir miydim? Aman Tanrım! Aman Tanrım! Aklımı kaçıracağım!” 

Bir delilik nöbetine tutulmuşçasına kollarını savurup tepiniyordu. “Korkmanız için hiçbir neden yok Bay Sholto,” dedi Holmes tatlı bir 

sesle, kolunu onun omzuna koyarak. “Öğüdüme kulak verin ve meseleyi polise  bildirmek  üzere  karakola  gidin.  Kendilerinden  hiçbir  yardımı esirgemeyeceğinizi söyleyin. Burada sizin dönmenizi bekleyeceğiz.” 

Ufak  tefek  adam  yarı  sersemlemiş  bir  halde  onun  sözünü  dinledi  ve karanlıkta merdivenlerden sendeleyerek indiğini işittik. 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla