Hintlinin peşinden pis, sıradan görünümlü, loş ve kötü döşenmiş bir koridordan geçtik, hizmetkâr sağda bir kapının önünde durup açtı. Sarı bir ışığa boğulduk, ışığın ortasında çok geniş bir alnı, yüzünü tümüyle çevreleyen tutam tutam kızıl sakalı ve bunların arasından köknar ağaçlarının üzerinde yükselen bir tepe gibi parlayan dazlak bir kafası olan, ufak tefek bir adam duruyordu. Dururken bir yandan da ellerini ovuşturuyordu ve yüz hatları sürekli oynuyordu… bir an gülümsüyor, bir an kaşlarını çatıyor, ama bir an bile sabit duramıyordu. Doğa ona sarkan bir dil ve bir dizi sarı, eğri büğrü diş vermişti, elini durmadan yüzünün aşağı kısmına götürerek bunları saklamaya çalışıyordu. Göze çarpan dazlaklığına karşın, genç izlenimi uyandırıyordu. Aslında otuz yaşını yeni tamamlamıştı.
“Hizmetkârınızım Bayan Morstan,” diyordu durmadan ince ve tiz bir sesle. “Sizlerin de hizmetkârınızım beyler. Lütfen barınağıma buyrun. Burası küçük bir yer hanımefendi, ama kendi zevkime göre döşedim. Uçsuz bucaksız Londra çölünde sanat eseri bir vaha.”
Bizi buyur ettiği dairenin görünümü hepimizi şaşırttı. O izbe evin pirinç bir montüre oturtulmuş dünyanın en parlak pırlantası kadar yadırgatıcı bir görünümü vardı. Duvarlar en kaliteli, en parlak perdeler ve halılarla kaplıydı, aralarından yer yer pahalı çerçeveli tablolar ya da oryantal vazolar görünüyordu. Yerdeki kehribar rengi ve siyahlı halı öylesine kalın ve yumuşaktı ki, yürürken ayaklarımız sanki yosunlara gömülüyordu. Halının üzerine çaprazlamasına serilmiş iki büyük kaplan postu ve köşede bir hasırın üstünde duran nargile doğuya özgü bu lüks görünümünü daha da artırıyordu. Tavandan adeta görünmez bir altın telin ucunda odanın tam ortasına güvercin biçimli bir lamba sarkıyordu. Lamba yanarken odaya hafif ve güzel bir koku yayıyordu.
“Bay Thaddeus Sholto,” dedi ufak tefek adam hâlâ yüzünü oynatıp gülümseyerek. “Bu benim adım. Siz Bayan Morstan’sınız elbette. Ve bu beyler…”
“Bay Sherlock Holmes ve Dr. Watson.”“Bir doktor ha?” diye haykırdı adam heyecanla. “Stetoskobunuz yanınızda mı? Acaba sizden rica etsem… bana bir lütufta bulunabilir misiniz? Mitral kalp kapakçığımla ilgili ciddi kuşkularım var, eğer kabul buyurursanız. Aort damarıma güvenebiliyorum, ama mitral kapakçıkla ilgili görüşünüzü öğrenmek isterdim.”
İsteği üzerine, kalbini dinledim ama bir korku nöbeti geçirmesi dışında bir bozukluk bulamadım, tepeden tırnağa titriyordu.
“Normal görünüyor,” dedim. “Meraklanmanıza gerek yok.”
“Endişemi bağışlayın, Bayan Morstan,” dedi fazla üzerinde durmadan. “Ben çok acı çektim ve uzun zamandır bu kalp kapakçığıyla ilgili kuşkularım vardı. Bunların yersiz olduğunu duyduğuma sevindim. Şayet babanız, Bayan Morstan, kalbini çok zorlamasaydı, şimdi sağ olurdu.”
Bu kadar nazik bir konudan böylesine duygusuz ve düşüncesizce söz etmesine öyle kızdım ki, adamın suratına bir tokat indirebilirdim. Bayan Morstan oturdu ve dudaklarına kadar bembeyaz kesildi.
“Kalbimin bir köşesinde, öldüğünü biliyordum,” dedi.
“Size her türlü bilgiyi verebilirim,” dedi adam, “dahası, hakkınızı almanızı da sağlayabilirim; sağlayacağım da, kardeşim Bartholomew ne derse desin. Yalnızca size eşlik ettikleri için değil, aynı zamanda söyleyeceklerim ve yapacaklarıma tanık olacakları için de arkadaşlarınızın burada olmasından memnunum. Üçümüz birlik olup kardeşim Bartholomew’ya karşı gelebiliriz. Ama aramıza dışarıdan hiç kimse almayalım… ne bir polis, ne bir görevli. Kimse karışmadan her şeyi aramızda hallederiz. kardeşim Bartholomew’yu hiçbir şey dikkati çekmekten daha çok kızdırmaz.”
Alçak bir kanepeye oturup buğulu mavi gözlerini kırpıştırarak cevap bekleyen sönük bakışlarını bize dikti.
“Kendi hesabıma,” dedi Holmes, “söyleyeceğiniz her şey aramızda kalacaktır.”
Ben de başımı sallayarak bunu doğruladım.“Çok iyi! Çok iyi!” dedi. “Sizce bir kadeh Chianti ikram edebilir miyim Bayan Morstan? Ya da Tokay? Başka çeşit şarap bulundurmuyorum. Şişeyi açayım mı? Hayır mı? O zaman umarım tütün dumanına, doğu tütününün kokulu dumanına bir itirazınız yoktur. Biraz gerginim ve nargilem benim için vazgeçilmez bir yatıştırıcı.”
Nargilenin ucuna bir marpuç taktı ve duman geçerken gül renkli su fokurdadı. Bu kocaman dazlak kafalı, tuhaf, tikli adam huzursuz bir halde nargilesini tüttürürken, biz üçümüz onun çevresinde bir yarım daire oluşturarak başlarımızı öne uzatmış, çenelerimizi ellerimize dayamış vaziyette oturuyorduk.
“Sizinle bu iletişimi kurmaya karar verdiğimde,” dedi, “adresimi bildirebilirdim, ama ricamı göz ardı edip yanınızda birtakım kötü insanlarla birlikte gelirsiniz diye korktum. Bu yüzden, bu buluşmayı sizleri önce hizmetkârım Williams’ın görebileceği biçimde ayarlama cüreti gösterdim. Onun sağduyusuna tam bir güvenim var ve durumdan işkillenecek olursa, yaptığı işi yarıda bırakması talimatını verdim. Bu önlemlerim için kusura bakmayın, ama ben biraz çekingen ve hatta ince zevklere sahip birisiyim; benim için estetik açıdan bir polis görevlisinden daha zevksiz bir şey olamaz. Kaba maddeciliğin her türüne karşı doğuştan gelen bir tiksintim var. Kaba saba güruhlarla pek temas etmem. Gördüğünüz gibi, azıcık da olsa zarafet dolu bir ortamda yaşıyorum. Kendimi güzel sanatların bir hamisi olarak tanımlayabilirim. Benim zayıf noktam bu. Şuradaki peyzaj Corot’nun özgün bir yapıtı ve şu Salvator Rosa’ya bir uzman biraz kuşkulu gözle baksa bile, Bouguereau için hiçbir kuşku söz konusu olamaz. Modern Fransız ekolüne hayranım.”
“Bağışlayın Bay Sholto,” dedi Bayan Morstan, “ama bana söylemeyi istediğiniz bir şeyi öğrenmek için, sizin davetiniz üzerine geldim buraya. Saat çok geç oldu ve görüşmemizin elden geldiğince kısa sürmesini istiyorum.”
“En iyi olasılıkla biraz zaman alacak,” diye cevap verdi adam, “zira mutlaka Norwood’a gidip kardeşim Bar-tholomew ile görüşmek zorundayız. Bence doğru gibi olan bu yolu seçtiğim için bana çok kızgın. Dün akşam onunla biraz atıştık. Kızdığı zaman ne korkunç birisi olduğunu bilemezsiniz.”“Eğer Norwood’a gideceksek, bir an önce yola çıksak iyi olur,” diyecek oldum.
Kulakları kızarana dek güldü.
“Bu pek doğru olmaz,” dedi. “Sizi böyle ansızın götürecek olsam, ne der bilmiyorum. Hayır, birbirimizle ilişkimizi açıklayarak sizi buna hazırlamam gerek. Birincisi, bu öyküde benim de bilgi sahibi olmadığım birkaç nokta bulunduğunu size söylemeliyim. Ancak bildiğim kadarıyla bazı olguları bilginize sunacağım.
“Tahmin edeceğiniz üzere, bir zamanlar Hindistan’daki orduda görevli Binbaşı John Sholto babamdı. On bir yıl kadar önce emekliye ayrıldı ve buraya gelip Yukarı Norwood’da, Pondicherry Konutu’nda yaşamaya başladı. Hindistan’da zengin olmuş ve yanında epeyce çok miktarda para, değerli hatıra eşyalarından oluşan büyük bir koleksiyon ve bir sürü yerli hizmetkârla dönmüştü. Bu olanaklar sayesinde kendisine bir ev satın aldı ve büyük bir lüks içinde yaşadı. İkiz kardeşim Bartholomew ve benden başka çocuğu yoktu.
“Yüzbaşı Morstan’ın ortadan kaybolmasının yarattığı heyecanı çok iyi hatırlıyorum. Olayın ayrıntılarını gazetelerde okuduk ve babamızın bir arkadaşı olduğunu bildiğimiz için, bu vakayı onun yanında rahatça tartışıyorduk. O da Morstan’ın başına ne gelmiş olabileceği konusundaki tahminlerimize katılıyordu. Olayın sırrını kendine sakladığı, Arthur Morstan’ın akıbetini yalnızca onun bildiği bir an bile aklımızın ucundan geçmiyordu.
“Öte yandan babamızın bir esrarın, kesin bir tehlikenin tehdidi altında olduğunu biliyorduk. Tek başına dışarıya çıkmaktan korkuyordu ve Pondicherry Konutu’nda her zaman iki boksörü kapıcı olarak çalıştırıyordu. Bunlardan biri, bu akşam geldiğiniz arabanın sürücüsü Williams’tı. Kendisi bir zamanlar İngiltere hafif sıklet şampiyonuydu. Babamız neden korktuğunu bize hiç söylemedi, ama takma bacaklı adamlarla yıldızı hiç barışmazdı. Hatta bir seferinde, sonradan sipariş toplayan zararsız bir satıcı olduğu anlaşılan, takma bacaklı bir adama tabancasıyla ateş etti. Meseleyi örtbas etmek için yüklü bir para ödemek zorunda kaldık. Kardeşimle ben bunun babamın bir kaprisi olduğunu sanıyorduk, ama o zamandan bu yana olup bitenler bu fikrimizi değiştirmemize neden oldu.“Ta 1882’de, babama Hindistan’dan onu çok sarsan bir mektup geldi. Kahvaltı sofrasında mektubu açınca, neredeyse baygınlık geçirdi ve o günden sonra hastalanıp öldü. Mektupta neler yazılı olduğunu hiç öğrenemedik, ama elinde tutarken gördüğüm kadarıyla, kargacık burgacık harflerle yazılmış kısa bir mektuptu. Yıllardır dalak büyümesinden rahatsızdı, ama birden kötüleşti ve Nisan sonunda kendisinden umut kesildiği, bizimle son kez konuşmak istediği bildirildi bize.
“Odasına girdiğimizde, sırtına konan yastıklara dayanarak oturmuştu ve zor soluk alıyordu. Kapıyı kilitlememizi ve yatağın iki yanında durmamızı istedi. Sonra ellerimizi tutarak, ıstırap kadar kederle de boğuklaşan bir sesle bize ilginç bir açıklamada bulundu. Bunu onun sözleriyle size aktarmaya çalışacağım.
“‘Bu son anımda,’ dedi, ‘vicdanımda yük olan bir tek şey var. O da zavallı Morstan’ın yetim kızıyla ilgili davranışım. Yaşamım boyunca hiç vazgeçmediğim lanet olası açgözlülüğüm yüzünden, hiç değilse yarısının ona kalması gereken hazineden onu yoksun bıraktım. Oysa tamahkârlık öyle düşüncesizce ve aptalca bir şey ki, bundan ben de yararlanmadım. Yalnızca sahip olma duygusu o kadar hoşuma gidiyordu ki, paylaşma düşüncesine katlanamıyordum. Kinin şişesinin yanında duran şu incili tespihi görüyor musunuz? Ona gönderme niyetiyle ayırdığım halde, bundan bile ayrılmaya katlanamadım. Oğullarım, siz ona Agra hazinesinden adil bir pay vereceksiniz. Ama ben ölmeden önce, ona hiçbir şey –hatta tespihi bile– göndermeyin. Ne de olsa bu kadar kötü durumdayken bile iyileşenler olmuştur.’
“‘Morstan’ın nasıl öldüğünü anlatacağım size,’ diye konuşmasını sürdürdü. ‘Yıllardır kalbi hastaydı, ama bunu herkesten gizliyordu. Yalnızca ben biliyordum. Hindistan’dayken ilginç bir olaylar zincirinin sonucunda, onunla elimize büyük bir hazine geçti. Hazineyi İngiltere’ye getirdim. Morstan ülkesine geri döndüğü günün akşamı doğruca buraya gelerek payına düşeni istedi. İstasyondan buraya yürüdü, eski sadık uşağım, sonradan ölen Lal Chowdar onu içeri aldı. Hazineyi nasıl bölüşeceğimiz konusunda fikir ayrılığımız oldu ve atıştık. Morstan bir öfke nöbetine kapılarak koltuğundan ayağa fırladı, derken birden elini göğsüne bastırdı, yüzü mosmor kesildi, sırtüstü yere düşerken kafasını hazine sandığının köşesine çarptı. Üzerine doğru eğilince, öldüğünü anlayıp dehşete kapıldım.“‘Uzun bir süre kafam karışmış halde oturup ne yapmam gerektiğini düşündüm. Baştan yardım çağırmayı düşündüm elbette; ama onu öldürmekle suçlanmam için her türlü neden olduğunu düşünmekten alamadım kendimi. Tartışma sırasında ölmesi ve kafasındaki yara aleyhimde kanıtlardı. Dahası, hazineye ilişkin birtakım olgular ortaya çıkmaksızın bir yasal soruşturma yürütülmesine olanak yoktu, oysa ben özellikle bunun bir sır olarak kalmasını istiyordum. Nereye gittiğini kimsenin bilmediğini söylemişti bana. Birisinin bilmesine de hiç gerek yoktu.
“‘Başımı kaldırıp hizmetkârım Lal Chowdar’ı kapı aralığında gördüğümde, hâlâ düşünüp taşınıyordum. İçeriye girip kapıyı arkasından kilitledi. ‘Korkmayın sahip,’ dedi. ‘Onu öldürdüğünüzü kimsenin bilmesi gerekmez. Cesedini saklayalım, kim bilecek?’ ‘Onu ben öldürmedim,’ dedim. Lal Chowdar kafasını iki yana sallayıp gülümsedi. ‘Her şeyi duydum, sahip,’ dedi, ‘kavga ettiğinizi duydum, sonra darbe sesi geldi kulağıma. Ama ağzım sıkıdır. Evde herkes uykuda. Cesedi birlikte saklayalım.’ Karar vermeme bu yetti. Eğer kendi hizmetkârım benim suçsuzluğuma inanmıyorsa, jüri sandalyesine oturmuş on iki aptal esnaftan nasıl medet umabilirdim? Lal Chowdar’la birlikte o gece cesetten kurtulduk ve birkaç gün sonra Londra gazeteleri Yüzbaşı Morstan’ın esrarlı ortadan kayboluşuyla ilgili haberlerle doldu. Anlattıklarımdan bu meselede hiç suçum olmadığını anlayacaksınız. Suçum yalnızca cesedi değil, aynı zamanda hazineyi de gizleyip hem kendi payıma, hem de Morstan’ın payına el koymuş olmam. Bu nedenle, onun payını sahibine geri vermek istiyorum. Eğilin ki kulaklarınıza fısıldayayım. Hazinenin saklı olduğu yer…’
“O anda yüz ifadesi korkunç bir değişime uğradı, gözlerinde boş bir bakış belirdi, çenesi sarktı ve hiçbir zaman unutamayacağım bir sesle haykırdı. ‘Onu içeriye sokmayın! Tanrı aşkına onu içeriye sokmayın!’ İkimiz de dönüp babamın gözlerini diktiği, arkamızdaki pencereye baktık. Orada karanlığın içinden bir yüz bize bakıyordu. Cama dayadığı için beyazlaşan burnunu görebiliyorduk. Sakallı, kıllı, vahşi gözlerle bakan, yoğun bir kötülük okunan bir yüzdü bu. Kardeşimle ben pencereye doğru koştuk, ama adam gitmişti. Yanına döndüğümüzde babamın başı sarkmıştı ve nabzı artık atmıyordu.“O gece bahçede adamı aradık, ama pencerenin tam altındaki çiçek tarhında gördüğümüz bir tek ayak izi dışında yabancıdan eser yoktu. Bu iz olmasaydı, o vahşi ve acımasız yüzü hayal gücümüzle uydurduğumuzu düşünebilirdik. Ama çevremizde birtakım esrarlı olayların dönüp durduğunu kanıtlayan daha da dikkat çekici başka bir olay oldu. Sabah babamın odasının penceresini açık bulduk, dolapları ve kutuları talan edilmiş, göğsüne üzerinde ‘Dörtlerin İmzası’ yazılı bir kâğıt parçası iliştirilmişti. Bu sözlerin ne anlama geldiğini ya da gizli ziyaretçimizin kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Gerçi her şey darmadağın edilmişti, ama görebildiğimiz kadarıyla babamın eşyalarından hiçbiri çalınmamıştı. Kardeşimle ben doğal olarak bu tuhaf olayla babamın yaşamı boyunca yakasını bırakmayan korkusu arasında bir bağ kurduk, ama bütün bunlar bizim için hâlâ esrarını koruyor.”
Ufak tefek adam nargilesini yeniden yakmak için konuşmasını kesti ve bir iki dakika düşüncelere dalarak nargileyi tüttürdü. Biz oturup bu olağandışı öyküyü can kulağıyla dinlemiştik. Babasının ölümüyle ilgili kısa açıklamayı dinlerken, Bayan Morstan öyle bembeyaz kesilmişti ki, bir an bayılmak üzere olduğunu sanıp korktum. Ama sehpada duran bir Venedik sürahisinden usulca doldurduğum bir bardak suyu içince kendine geldi. Sherlock Holmes yüzünde dalgın bir ifadeyle ve göz kapaklarını ışıldayan gözlerinin üzerine yarı yarıya indirmiş olarak sırtını arkasına yasladı. Ona bakarken tam da o gün yaşamın basmakalıplığından nasıl da acı acı yakındığı ister istemez aklıma geldi. İşte onun sezgi yeteneğini zorlayacak bir sorun ortaya çıkmıştı hiç değilse. Bay Thaddeus Sholto, yüzünde anlattığı öykünün yarattığı etkiden duyduğu övünç açıkça okunarak hepimize teker teker baktı ve kocaman piposunu tüttürürken bir yandan da öyküsünü sürdürdü.
“Tahmin edeceğiniz üzere,” dedi, “babamın söz ettiği hazine kardeşimle bende büyük bir heyecan uyandırmıştı. Haftalarca ve aylarca bahçenin her köşesini kazarak arayıp taradıksa da bulamadık. Tam son nefesini verirken hazinenin yerinin dilinin ucunda olduğunu düşününce kuduruyorduk. Göstermiş olduğu tespih dolayısıyla, kayıp servetin görkemini tahmin edebiliyorduk. Bu tespih konusunda kardeşim Bartholomew ile ufak bir tartışmaya giriştik. İnciler belli ki çok değerliydi ve kardeşim onları elden çıkarmak istemiyordu, çünkü, aramızda kalsın, babamın kusuru kardeşimde de biraz vardı. Ayrıca tespihi elden çıkarırsak, bunun dedikodulara yolaçabileceğini ve sonunda başımızın derde gireceğini düşünüyordu. Ancak Bayan Morstan’ın adresini bulup, en azından hiçbir zaman yoksulluk çekmesin diye, belli aralıklarla birer inci göndermeme izin vermeye razı edebildim onu.”
“Çok büyük bir iyilikti bu,” dedi eşlik ettiğimiz hanım içtenlikle. “Büyük bir iyilikte bulundunuz.”
Ufak tefek adam eliyle bunun önemli olmadığını gösteren bir işaret yaptı. “Biz sizin emanetçilerinizdik,” dedi. “Ben meseleye böyle bakıyordum,
ama kardeşim Bartholomew tam olarak bu açıdan bakamıyordu. Bizim zaten çok paramız vardı. Daha fazlasına arzu duymuyordum. Üstelik genç bir hanımefendiye böylesine alçakça bir davranışta bulunmak görgüsüzlük olurdu. ‘Le mauvais goût mène au crime. Fransızlar bu gibi şeyleri pek güzel dile getiriyorlar. Bu konudaki görüş ayrılığımız o dereceye vardı ki, ayrı bir eve taşınmanın iyi olacağını düşünüp eski khitmutgar ile Williams’ı yanıma alıp Pondicherry Konutu’ndan ayrıldım. Oysa dün son derece önemli bir olayın gerçekleştiğini öğrendim. Hazine bulunmuş. Hemen Bayan Mor-stan ile iletişim kurdum ve şimdi geriye Norwood’a gidip payımızı istemek kalıyor. Dün akşam kardeşim Bar-tholomew’ya görüşlerimi açıkladım, böylece dört gözle değilse de beklenen ziyaretçileriz.”
Bay Thaddeus Sholto sustu ve yüzü seğirerek gösterişli kanepesinde oturdu. Bizse bu esrarlı meseledeki yeni gelişmeyi düşünerek suskunluğumuzu koruduk. İlk ayağa fırlayan Holmes oldu.
“Siz çok yerinde bir davranışta bulundunuz efendim, başından sonuna kadar,” dedi. “Sizin için hâlâ karanlık olan birtakım şeylere ışık tutarak bu davranışınızın karşılığını biraz da olsa ödememiz olanağı var. Ama demin Bayan Morstan’ın da dediği gibi, saat geç oldu, biz en iyisi hiç gecikmeden bu meseleyi halledelim.”
Yeni dostumuz nargilesinin hortumunu özenle doladı ve bir perdenin arkasından yakası ve kol ağızları astragan kaplı çok uzun bir palto çıkardı. Düğmelerini sıkı sıkı ilikledi, başını kulaklarına kadar örten tavşan kürkünden bir başlık takarak kıyafetini tamamladı, böylece seğiren çıkıntılı yüzünden başka hiçbir yeri görünmüyordu.
“Sağlığım çok çabuk bozuluyor,” dedi koridorda bize yol gösterirken. “Çok dikkat etmem gerekiyor.”
Arabamız dışarıda bizi bekliyordu ve rotamız belirlenmişti, çünkü arabacı hemen hızla yola koyuldu. Thad-deus Sholto tekerleklerin gürültüsünü bastıran bir sesle hiç susmadan konuşuyordu.
“Bartholomew akıllıdır,” diyordu. “Hazinenin yerini nasıl buldu dersiniz? Evin içinde bir yerlerde olduğu sonucuna vardığı için evi didik didik aradı, aranmadık bir santimlik yer kalmasın diye de her yeri ölçtü. Bu arada binanın yüksekliğinin yirmi iki buçuk metre olduğunu saptadı, ama bütün odalarının yüksekliklerini toplayınca ve katların arasındaki mesafeyi de delikler açarak ölçüp hesaba katınca, toplamı yirmi bir metreyi aşmıyordu. Bir buçuk metrelik bir fark vardı. Bu da ancak evin çatısında olabilirdi. Bu yüzden en üstteki odanın bağdadi tavanında bir delik açtı ve karşısına sıvayla kapatılmış olduğu için kimsenin bilmediği küçük bir tavan arası çıktı. Hazine sandığı tam ortada, iki çatı kirişinin üzerinde duruyordu. Açtığı delikten sandığı aşağı indirdi ve şimdi orada. Mücevherlerin değerini en az yarım milyon sterlin olarak hesap etti.”
Bu muazzam meblağı duyunca gözlerimiz fal taşı gibi açılarak bakıştık. Şayet hakkını almasını sağlayabilirsek, Bayan Morstan yoksul bir mürebbiye iken İngiltere’nin en zengin mirasyedisi olup çıkacaktı. Böyle bir haber karşısında herhalde bir can dostuna sevinmek düşerdi, oysa utanarak itiraf etmeliyim ki, bencilliğim tuttu ve kalbim buz gibi oldu. Duraksamalı bir iki tebrik sözü geveledim, sonra da üzgün bir halde başımı eğerek yeni dostumuzun gevezeliğini duymazlıktan geldim. Adamın şüphe götürmez bir hastalık hastası olduğu açıktı ve bitmez tükenmez hastalık belirtisi sayıp döktüğünün, birkaçını cebindeki deri çantada taşıdığı bir sürü uyduruk kocakarı ilacının bileşimleri ve etkilerine ilişkin bilgi sorduğunun hayal meyal farkındaydım. O gece kendisine verdiğim cevapları hatırlamamasını diliyorum. Holmes, iki damladan fazla hintyağı içmemesi konusunda onu uyardığımı, bu arada yatıştırıcı olarak yüksek dozda striknin salık verdiğimi işittiğini söyledi. Ne olursa olsun, arabamız sarsılarak durduğunda ve arabacı fırlayıp bize kapıyı açtığında kesinlikle rahatladım.
“Burası, Bayan Morstan, Pondicherry Konutu,” dedi Bay Thaddeus Sholto, inmesi için ona elini uzatırken.
Yorumlar