Bölüm 6

3 0 18 Eylül 2024 1 Oy

Kapıyı arkamdan kapatıp derin bir nefes verdim. Dina’yı o şekilde bırakıp yukarı çıkmıştım. Zavallı kız rezil olmuştu herkese. Gerçi pek zavallı olduğu söylenemezdi. Bunları o hak etmişti ne de olsa. Durup dururken kimseye işkence etmemiştim ben.

Başımı kapıya yaslayıp neler yaptığımı düşündüm. Noben’i köpek etmiştim. Var olmayan kuyruğunu kovalatmıştım. Eminim şu an çok utanıyordu. Dina’yı zaten düşünmek bile istemiyordum. Geri kalan çalışanlar da şok olmuştu.

Neler yapmıştım, nasıl yapabilmiştim? Ben daha önce hayatımda kimseyi incitmemiştim. Hep en çok korktuğum şeydi başkalarını üzmekti. Her zaman, herkesi önceliğim yapmıştım. Kendimden önceye koymuştum. Bütün bunları yapan ben değildim sanki.

Bir yandan da, düşününce o kadar da kötü hissettirmiyordu. Hatta rahatladım bile diyebilirdim. Sonunda bir kez olsun canımın istediği gibi davranmıştım. Artık endişelenmem gereken hiçbir şey yoktu. Burası cehennemim olmak zorunda değildi, belki cennetim bile olabilirdi.

Yüzümü ellerime gömerek kıkırdamaya başladım. Olanları düşündükçe daha da keyifleniyordum sanki. Kıkırtılarım yavaşça kahkahalara dönüşürken ellerimi açarak odanın ortasına doğru etrafımda dönmeye başladım.

Artık özgürdüm. Üstümde kimsenin baskısını hissetmiyordum. Bir kelebek kadar hafiftim sanki. Sanki istesem uçabilecekmişim gibi hissediyordum kendimi. Kollarım kanatlara dönüşecek ve beni bu yıldızlı gecede göklere çıkaracaklardı.

Dönmeyi bırakarak balkona çıktım. Rüzgâr yüzümü tatlı tatlı okşarken ellerimi tırabzanlara koyarak ileri doğru eğildim. Yüzüme sıcak bir gülümseme yayılırken tırabzanları daha da sıktım. Ani bir sızıyla bakışlarım hızla ellerime kaydı. Aynayı yumrukladığım elimin üstü kanamış ve kurumuştu. Hiç fark etmemiştim bile. Şu ana kadar acı duymamıştım. Önemsemeden yatağıma geçtim. Sabaha iyileşmiş olacaktı zaten.

Günü bitirmenin vakti gelmişti.

********

Güneşin rahatlatıcı ısısıyla uyandım. Örtüyü üstümden atarak hızla kalktım ve yüzümü yıkadım. Güne başlamak için sabırsızlanıyordum.

Dina’nın çoktan çıkardığı koyu ateş kırmızısı, vücuduma sıkıca oturan elbiseyi giydim. Dantel işlemeler boynumdan başlayarak omuzlarıma iniyor, adeta ikinci bir cilt gibi zarif bir şekilde kollarımı kaplıyordu. Göğüs kısmı taşlarla süslemişti, ışıkla her çarpışında parlıyor ve etrafını ışık huzmeleriyle dolduruyordu.

Belimde kemer yoktu ama kumaşın katlanışı ince bir kemer varmış gibi bir görünüm sergiliyordu. Elbisenin etekleri kat kat dökülüyordu ve uçlarında altın detaylar vardı. Kuyruk kısmı yere dökülüyordu ve sanki ardımda bıraktığım zarif bir iz gibi beni takip ediyordu. Ellerimi belime koyduğumda elbisenin cepleri olduğunu fark ettim. Daha önce cepli elbise giymemiştim ama buna bayılmıştım.

Aynada yansımama baktıkça kendimi daha güçlü hissediyordum. Daha sık kırmızı giymeliydim. Bana yakışıyordu.

Ufak koltuğa oturarak Dina’nın saçlarımı yapışını aynadan izlemeye başladım. Şu ana kadar hiç konuşmamıştık. Özellikle yüzüme bakmaktan çekiniyordu. Haklıydı da. Dün çok utanmış olmalıydı.

Saçlarımı bitirince odanın kapısını benim için açtı. Uzun, belime kadar gelen saçlarımı dalgalı bir şekilde salık bırakmıştı. Önümdeki kırmızı topukluları giyerek kapıdan çıktım ve kahvaltımı yapmak için yemek odasına ilerledim.

Canım nedense bugün kapalı alanda yemek istemiyordu. Durarak Dina’ya baktım, onun kafası eğikti. “Bahçede yiyeceğim bugün.” Gözlerime bakmadan hızla kafasını salladı ve mutfağa doğru koşmaya başladı. Bu hali komiğime gitmişti. Önceden olsa demediğini bırakmazdı.

Noben’e kısa bir bakış attıktan sonra yemek odasının önünden geçip kapıdan çıktım. Bugün hava çok güzeldi. Yavaş adımlarla bahçedeki masaya ilerledim. Elbette şimdiden hazırdı.

Noben oturmam için yardım ettikten sonra arkama geçip beklemeye başladı. Dina da yanıma duruyor her şeyin tam olduğundan emin oluyordu. Yavaşça kahvaltımı yaptım. Her şeyden yedim. Yemediğim bir şey kalsın istemiyordum. Yediğim her şeyin tadını çıkarmak istiyordum.

Hava yavaşça ısınarak öğlen vakti olduğunu belli ediyordu. Kahvaltım epey uzun sürmüştü. Birden aklıma dün bulduğum haritanın gelmesiyle ayağa kalktım. Dün pek inceleme fırsatım olmamıştı, şimdi gidip incelesem iyi olurdu.

Ağır adımlarla eve doğru yürümeye başladım. Bahçe o kadar güzeldi ki tüm günümü burada geçirebilirdim. Yanlarından geçtiğim her çiçeği koklayarak evin içine girdim. Şimdi kütüphaneye gitmem gerekliydi.

Hiç istemiyordum oraya geri dönmeyi. Dün yaşadıklarımı aklıma bile getirmek istemiyordum. Çok korkunçtu.

Bedenim geri gitmek istese de ayaklarım ilerlemeye devam ediyordu. İlk defa bir ipucu bulmuştum ve onu kütüphaneye girmek istemiyorum diye orada bırakamazdım.

Sonunda vardığımda hızla kapıyı açıp içeri girdim. Beklersem asla yapamazdım. Her şey her zamanki gibiydi. Dün yaşadığım hiçbir şeyin belirtisi yoktu. Normalde nasıl bıraktıysam öyleydi.

Kahve masasının üstündeki haritayı alıp çıktım. Daha fazla bu odada kalmak istemiyordum. Odama geçtim ve kendimi yatağıma atarak haritayı incelemeye koyuldum. Beni evim, Vorsius’un evi, kraliyet sarayı, her şey vardı. Acaba gizemli kapı ne işe yarıyordu? Oraya ulaşabilirsem gerçekten bu dünyadan çıkabilir miydim?

Sonunda bir ipucu yakaladığım için çok heyecanlıydım.

*****

Gök gürültüsünün sesiyle aniden gözlerimi açtım. Haritayı incelerken uyuyakalmış olmalıydım. Yataktan kalkarak balkona çıktım. Etraf karanlıktı ve havaya fırtına hâkimdi. Gök gürüldüyor, her şimşek birini öldürmek istiyormuşçasına çakıyordu. Sanki bu dünyayı iğrençliklerinden arındırmak istercesine, şiddetle yağmur yağıyordu.

Daha önce bu dünyada fırtınaya şahit olmamıştım. Daha doğrusu güneşli hava dışında başka bir hava durumu yaşanmamıştı. Noben’i çağırarak bu durumun normal olup olmadığını sordum. Kafasını iki yana sallayarak normal olmadığını söyledi.

“Bundan önce sadece bir kere olmuştu leydim.” dedi tek dizinin üstündeyken. Merakla ona baktım. “Siz geldiğiniz gece böyle bir fırtına vardı. Korkunçtu. Dük Vorsius sizi buraya getirdiğinde her yeri yara bere içindeydi.”

Eğer sadece ben geldiğimde böyle bir hava yaşandıysa başka biri daha gelmiş olabilirdi. Artık yalnız olmak zorunda kalmayabilirdim. Dışarı çıkıp Vorsius’un beni bulduğu yere gitmeliydim.

“Dina pelerinimi getir çabuk.”

“Dışarı çıkmayı düşünmüyorsunuz herhalde leydim?” Tam da onu düşünüyorum Noben. “Bu çok tehlikeli, yapmamalısınız.”

Dina bir yandan pelerinimi giymeme yardım ediyordu. Kırmızı ayak bileklerime kadar gelen hoş bir pelerindi. “Çıkmak zorundayım.” dedim Noben’e bakarak. “Benim gibi başka biri gelmiş olabilir. Onu bulup buraya getirmeliyim.” Vorsius’un beni tam olarak nerede bulduğunu bilmiyordum.

“Sende hazırlan. Birlikte gidelim.” Noben ayağa kalkarak bana baktı. “Gitmemeliyiz leydim. Gerçekten çok tehlikeli.” Ne kadar da abartmıştı. Sanki ölecektik.

“Ölmeyiz Noben endişelenme.”

“Evet, haklısınız ölmeyiz. Aynı şekilde eğer biri geldiyse bile sabah hala yaşıyor olacaktır.” Noben kafasını olumsuzca sallayarak konuştu.

“Sabah değil şimdi gideceğiz. Neden bu kadar ısrar ediyorsun, anlamıyorum.” Bakıp geri gelecektik alt tarafı.

“Leydim.” dedi sakince. “Dük Vorsius sizi getirdiği gece her yeri kesiklerle ve yaralarla kaplıydı.” Gözlerime bakarak yavaşça, tane tane konuştu. Sanki böyle söylerse onu dinleyecekmişim gibi. “Fırtına gerçekten çok tehlikeli.”

Bu ısrarı sinirimi bozmaya başlamıştı artık. “Yaralansak da sabaha iyileşecek zaten. Hem ben seni niye dinliyorsam. Gideceğiz diyorsam gideceğiz.”

“Daha biri var mı onu bile bilmiyorsunuz!” Aniden yüksek sesle konuşunca irkildim. Bunu fark edince sesini alçaltarak devam etti. “Demek istediğim kendinizi bunun için yormaya değmez.” Rahatsız olarak ona baktım. Ne kadar ısrar etmişti boş yere. Daha fazla konuşmaya gerek yoktu.

Kapıya doğru ilerlemeye başladığımda Noben kolumu tuttu. “Leydim affınıza sığınarak, gitmenize izin veremem.” Kolumu çekerek onsan kurtarmaya çalıştım. “Senden izin almıyorum zaten. Bırak.”

“Bırakamam. Kolumu daha sert çekerek kurtulmaya çalıştım. Neden emrimi dinlemiyordu? “Leydim fiziksel olarak sizi bırakamam. Bedenim benden bağımsız hareket ediyor, kontrol edemiyorum.” Ne? Ne demek bedenini kontrol edemiyordu?

Kolumu biraz daha çekerek kurtarmaya çalıştım ama nafileydi. Noben’in elleri bir kelepçe gibiydi. Kurtulmam imkânsızdı. “Tamam bırak. Gitmeyeceğim.” dememle kelepçeler aniden çözüldü. Belli ki gidemeyecektim.

“Yalnız kalmak istiyorum, çıkın.” İkisi de çıktıktan sonra pelerinimi çıkararak koltuğun üstüne attım. Emrimin dinlenmediği ilk seferdi. Bu dünyanın ilginç kuralları vardı. Keşke bir kural kitabı olsaydı da hepsini böyle yaşayarak öğrenmek zorunda kalmasaydım.

Henüz çok geçmemişti ki ismimin seslenilmesiyle odamdan çıkarak sesin kaynağına doğru ilerlemeye başladım. Yine ne vardı? Ayrıca kim olduklarını sanıyorlardı da beni ayaklarına kadar çağırıyorlardı. Gerçekten akıllanmıyorlardı.

Merdivenlerden yavaşça inerken ismimin tekrar haykırılmasıyla adımlarım dondu. Bu ses… Derin, güçlü, çekici ve sinirle kaplanmış ses. Onundu; Vorsius’tu.

Ama olamazdı. O ölüydü. Ben öldürmüştüm.

Başımı yavaşça kaldırıp ona baktım. Giriş kapısının önünde, yanında Dina ve Noben’le birlikteydi. Etraflarında malikâne çalışanları vardı. Herkes bana bakıyordu. Merdivenlerle arasında az bir mesafe vardı. Henüz çok inmediğim için şükrettim.

Aniden bunun bir hayal olabileceği aklıma geldi ve rahatladım. Sonuçta dün de görmüştüm onu ve gerçek değildi. Stresten ya da dünkü dumandan kaynaklıydı muhtemelen. Derin bir nefes vererek onu incelemeye başladım.

Gri gözlerine fırtına bulutları yerleşmişti sanki. Öfkeyle kısılmış doğrudan bana bakıyorlardı. Geceden daha siyah saçları sırılsıklam ve yer yer çamur ve yaprakla kaplıydı. Tıpkı yüzü gibi. Dudakları sinirden gerilmişti ve vücudu bu gerginliğe eşlik ediyordu.

Avına saldırmaya hazır bir panter gibi görünüyordu. Her yeri sırılsıklamdı ve çamurla kaplıydı. Kapının önünden şu an durduğu yere kadar çamurlu ayak izleri vardı. Ayaklarının dibinde küçük bir su göleti oluşmuştu. Çamurlu ayak izleri? Su göleti? Hayaller bu kadar detaylı olmazdı.

Vorsius gerçekti.

Gerçekti ve söz verdiği gibi beni avlamaya gelmişti.

Gözlerim büyürken bedenim titremeye başladı. Geri giderek yavaş yavaş, indiğim merdivenleri tekrar çıkmaya başladım. Bu halimi gören Vorsius dudaklarına adi bir gülümseme yerleştirerek yavaşça bana yaklaşıyordu. O beni yakalamadan buradan kaçmalıydım.

Önümü dönerek merdivenleri hızlı hızlı çıkmaya başladım. Lanet olası topuklular. Topuklularım yüzünden takılıp düşecek gibi olsam da onları çıkaracak vaktim de yoktu. Arkama bakmadan koşmaya başladım. Saklanmalıydım. Ama nereye?

Kütüphane! Tabii ya, en iyi seçenek kütüphaneydi. Ah, aptal ben. Kütüphane evin diğer tarafında kalmıştı. Merdivenlerden çıkarken o taraftan çıkmalıydım. Artık çok geçti.

“Benden kaçamazsın Tialina!” duyduğum sesle kalbim kafamın içinde atmaya başlarken önüme çıkan ilk odaya girdim. Bir şekilde kütüphaneye girmediğim sürece ondan kurtulamazdım.

Hızlıca odanın içine göz gezdirdim. Bir şeye ihtiyacım vardı; Kendimi savunabileceğim herhangi bir şeye. Dolap, yatak, komodin, şamdan… Şamdan! Evet, bu şimdilik iş görürdü. Sessiz ama çabuk adımlarla şamdanı alıp kapının arkasına geçtim.

Normal bir şamdana göre ağırdı. Bununla ona ufak da olsa bir zarar verebilirdim. “Küçücük evinde saklanabileceğin yerler kısıtlı leydim. İkimizin de işini zorlaştırma.” Adım sesleri yakından geliyordu.

Nefes sesimi duymaması için ellimi ağzıma götürdüm. Kalbim o kadar yüksek sesle atıyordu ki yerimi ele verebileceğinden korktum. “Zaten yorgunum, bir de seninle saklambaç oynuyorum.” Sesi bıkkın geliyordu. Madem yorgunsun evine gidip uyusaydın ya, neden koşa koşa buraya geldin?

Evin bu tarafında birkaç tane oda vardı sadece. Beni bulması an meselesiydi. Aniden durup kahkaha attı. Kapımın önündeydi artık. “Gerçekten benden kaçabileceğini düşünmen çok komik.” Lütfen bu odaya girme. Lütfen, lütfen, lütfen.

Kapının yavaşça açılmasıyla elimi ağzıma daha sıkı bastırdım. Gerçekten hiç şansım yoktu. Ne olurdu sanki başka bir odaya girse? “Tialina.” İsminin son harfini uzatırken odanın ortasına kadar gelmişti neredeyse. Henüz beni fark etmemesini fırsat bilip elimdeki şamdanı kafasının arkasına geçirip odadan çıktım. Elimdeki şamdanı kenara fırlatarak koşmaya başladım.

“AAH!”

Vorsius acıyla inlerken elini kafasına götürmüştü. “Seni küçük fare!” kükremesini duyduğumda dönüp arkama baktım. Eskisinden çok daha sinirliydi, alaycı halinden eser kalmamıştı. Bana doğru koşmaya başladığında daha hızlı koşabilmek için elbisemi iki elimle yuları kaldırdım.

Bugün ölmek istemiyordum. Ölmekten bıkmıştım artık. Önümdeki yol uzadıkça uzadı ve bitmek bilmedi. Sonunda açık kapıların içinden kitapları görünce dudaklarım istemsizce yukarı kıvrıldı. Başarmıştım. Kütüphaneye ulaşmıştım sonunda. Bugün ölmeyecektim.

Çok erken sevinmiştim.

Güçlü bir el tarafından kolumdan tutulup kapının hemen yanındaki duvara yaslandım. Yılan gibi eller, çoktan boğazıma dolanmıştı bile. “Yakaladım seni.” dedi Vorsius keyifle. Boğazımı sıkmıyordu, sadece tutuyordu. Tutuşu hafifti ama kaçmama izin vermeyecek kadar da sıkıydı.

Avıyla oynayan bir panter gibiydi.

“Dur- dur. Beni dinle bir önce.” Birazcık daha kenara gidebilirsem kütüphanenin içinde olacaktım. Onu oyalamalıydım. “Seni dinleyeyim, öyle mi?” Kafamı hızla salladım. “Peki, bunu neden yapayım küçük leydi?” sahte bir ilgiyle gözlerimin içine baktı.

“Çünkü… Çünkü açıklayabilirim.” Dudaklarım titriyordu, konuşmakta zorlanıyordum. Alay edercesine güldükten sonra “Neyi açıklayabilirsin tam olarak?” dedi. Ardından kafasını hafifçe eğerek devam etti. “Beni nasıl öldürdüğünü mü açıklayacaksın? Ya da uyanacağımı bildiğin halde atımı çalarak, beni o lanet ormandan buraya kadar yürümek zorunda bıraktığını mı? Neyi açıklayabilirsin tam olarak?” gözleri kararmıştı. Konuştukça daha da öfkeleniyordu sanki.

“Uyanacağını bilmiyordum. Sen… Sen gerçekten ölmüştün!”

“Yani?” derken tutuşu sıkılaşmıştı. “Biri ölür ve tekrar uyanır, her zaman olan şey. Bilmiyormuş gibi mi yapacaksın gerçekten?”

“Hayır, öyle değil!” diye çığlık attım. Kaşları beni küçümseyerek havaya kalktı ve boğazımı daha da sıkmaya başladı. Ellerini tırmalarken konuşmaya çalıştım. “2 gündür… ölüsün.”

“Ne?”

“Nefes… alamıyorum.” Olabildiğince kalan gücümle ellerini çözmek için uğraşıyordum. “Açık…laya…bilirim.”

Boğazımdaki ellerin aniden çözülmesiyle öksürmeye başlayarak yere doğru eğildim. Vorsius kolumdan tutarak beni doğrulttu ve yere çökmeme izin vermedi. Açıklama bekleyen gözlerle bana bakmaya devam ediyordu.

“Bana yalan söylüyorsan senin için hiç iyi olmaz.”

Ellerimle boğazımı tutarken tekrar nefes alabilmenin sevincini yaşıyordum. Kafamı kaldırıp gözlerine baktım. “Yalan söylemiyorum. Gerçekten iki gündür ölüsün.” Göğsünden iterek ekledim. “Biraz uzaklaş. Leş gibi kokuyorsun.” Şimdi tek yapmam gereken kütüphanenin içine girmekti.

“Kusura bakmayın leydim. İki gündür ölüyüm. Duş almaya vaktim olmadı.” dedikten sonra karşı duvara yaslanıp ellerini göğsünde kavuşturdu. Bakışları odağını kaybederek yere sabitlendi. Söylediğim şeyi düşünüyor olmalıydı.

Yavaşça kayarak kütüphanenin kapısına yaklaştım. Çok az kalmıştı. Biraz daha kayabilirsem içeride olacaktım.

Vorsius hala bana bakmıyordu. İşte… Neredeyse olmuştu. İlk adımımı atmamla birlikte omzumdan sertçe tekrar duvara yaslandım. Demek ki Vorsius o kadar da dikkatsiz değildi.

“Nereye gittiğini sanıyorsun?” Tek eliyle tekrar boğazımı kavramıştı. Ölmek istemiyordum. “Ölmek istemiyorum.” dedim gözlerim yanmaya başlarken.

Güldü. “Belki de sen beni öldürmeden önce ben de sana aynı şeyi söylemeliydim.” Dağlarda bir panterle karşılaşmış gibi hissediyordum. Avını yemeden önce, onunla oynamaktan hoşlanan bir yırtıcı gibiydi. Sert bakışları, bugün beni öldüreceğini haykırıyordu.

Aniden gelen adım sesleriyle Vorsius’un arkasında Noben’i gördüm. “Noben! Yardım et!” diye çığlık attım. Kurtulmuştum artık. Noben ileri doğru atılıp Vorsius’un omzunu tutsa da aniden durup bana baktı. Kısa bir süre bakıştık ama hala bana yardım etmiyordu.

“Noben?” diye seslendim. Bana yardım etmeliydi. “Yardım et. Vorsius’u üstümden çek.”

“Hayır?”

Hayır mı? Gözlerim irileşirken tekrar aynı şeyi söylemek için ağzımı araladım ama o benden önce konuştu. “Hayır Tialina. İlginç olduğunu biliyorum ama şu an bu isteğini yapmak için bedenim kendiliğinden hareket etmiyor.” Ellerine bakarak güldü. “Artık özgürüm.”

“Lütfen.” diye yalvardım. “Beni öldürecek.” Onlar beni defalarca öldürmüşlerdi. En azından bir kere kurtarabilirdi. Bunu bana borçluydu. Ama o, öyle hissetmiyordu. Son bir kez daha “Bu benim sorunum değil.” dedikten sonra arkasını dönerek gözden kayboldu.

Bu sırada Vorsius aramızda yaşanan dramdan eğlenmiş gibiydi “Artık senden emir almıyorlar galiba.” Eğlenirken farkında olmadan ellini gevşetmişti. Bunu fırsat bilerek kafamı öne eğdim ve kolunu ısırdım. Acıyla inleyerek beni bıraktı ve kolunu tutmaya başladı.

Hızla kütüphanenin içine koştum. Artık rahat bir nefes alabilirdim. Bugün ölmekten kurtulmuştum. Kütüphaneye giremezdi. “Evine dön Vorsius. Sakinleşince konuşuruz.” dedim bana ulaşamayacağı rahatlığıyla.

“Olur. Ben en iyisi temizleneyim sonra güzel bir uyku çekeyim.” Bana doğru ilerlerken alayla konuşuyordu. “Yarın gelirim yanına, konuşuruz. Nasıl? Güzel plan, değil mi?”

“Ben öyle…” Kapıdan içeri adım attığını görmemle konuşmama devam edemedim. Nasıl? Nasıl girebilirdi içeri? Burası bana ait olan tek yerdi. Nasıl? Nasıl?

“Ne o, içeri girmemi beklemiyor muydun yoksa?” dediği sırada hemen önümdeydi. Sen girememelisin, diye düşündüm. Bana ait tek yeri de paylaşamazdım. Olmazdı.

Adımlarım geriye giderken sert bir şeye çarptım ve koltuğa doğru düştüm. Vorsius üstüme çıkarak tekrar ve tekrar boğazımı kavradı. “Artık kaçacak bir yerin yok.” Kulağıma eğilerek fısıldadı. “Leydim.”

Güçlü eller nefesimi keserken son bir mücadeleyle kurtulmaya çalıştım. Defalarca ölmüş olabilirdim ama bu, buna alışacağım anlamına gelmiyordu. Alışamamıştım işte. Olmuyordu. Her defasında acı vericiydi.

Kurtuluşum yoktu artık. Bilincimin kayıp gittiğini hissederken, mücadelem de solup gitmişti. Yine yeniden, her zamanki gibi ölmüştüm.

******

Nefes nefese gözlerimi açtım ve hızla yattığım yerden doğruldum. Beni öldüren ellerin varlığını hissetmek için boynuma dokundum ama orada değillerdi. Derin bir nefes verdim ve bana uzatılan suyu alarak içtim.

Psikopat herif, sırf beni öldürebilmek için ölümden geri dönmüştü. O kadar da emindim öldüğünden. Nasıl becermişti de tekrar uyanabilmişti?

Boğazımın karıncalanmasıyla hafifçe öksürerek, bardağı bana veren kişiye doğru geri uzattım. “Teşekkür ederim.” derken çok daha iyi hissediyordum. Su iyi gelmişti.

“Rica ederim.” Duyduğum sesle gözlerin irileşti ve başımı hızla o yöne çevirdim.

Vorsius.

Karşımdaki koltukta oturmuş bana sırıtıyordu.

“S-sen!”

“B-ben!” gözlerini açarak beni taklit etti, ardından güldü. Manyak herif. Benimle dalga geçebilmek için uyanmamı beklemişti. Öldürmek yeterli gelmemiş olmalıydı.

“Neden hala buradasın? Gitsene evine!” Koltukta oturur pozisyona gelirken konuştum. Hala burada olmasının mantıklı bir açıklaması yoktu. “Uyanmanı bekledim.” Onu anladım, diye düşündüm. Ama neden?

“Çünkü seninle ateşkes yapmak istiyorum.” Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. Ateşkes? Hem de beni öldürdükten hemen sonra. İmkânı yoktu.

“Madem ateşkes yapmak istiyordun daha hızlı öldürseydin beni. En azından bıçaklasaydın.”

“Hançerimi bulamadım.” Bana imalı bir şekilde baktı. “Ayrıca elbiseni mahvetmek istemedim.”

Ne kadar da düşünceliydi. Elbisemi düşünmüştü. Minnettar olmalıydım. Gözlerimi devirerek ona baktım.

“Ateşkes yaparsak hançerim senin olabilir?” Kollarımı göğsümde kavuşturdum. Hançer zaten benim olmuştu.

“Vorsius, seninle ateşkes yapmak için hiçbir sebebim yok.” dedim. “O yüzden evine dön ve bir daha seni görmemem için elinden geleni yap.”

Bana doğru eğilerek doğrudan gözlerimin içine baktı. “Ya da, her gün seni öldürmek için buraya gelebilirim. Belki bu senin için yeterli bir sebep olur.” Ne? Ne demişti o?

Gözlerim irileşirken kollarımı çözüp ayağa kalktım. “Ne diyorsun sen?!” Arkasına yaslanırken gülümsedi. “Şaka yapıyorum, şaka.”

Benimle dalga geçiyordu resmen. Şaka yapmamıştı. Gözlerinden belliydi. “Hadi otur lütfen. Ateşkes ilan edelim.”

Sinirle yerime oturdum. Bana başka seçenek bırakmamıştı. Senaryo bir şekilde onu etkilemiyor gibiydi. Nedense bu dediğini yapacağına emindim. Kesinlikle her gün beni öldürmek için buraya gelebilecek biriydi. Şaka yapmıyordu.

Hiçbir şey söylemeden ona bakmaya başladım. Beni öldürmeden önceki hali gitmişti. Şimdi tertemizdi. Uyanmamı beklerken banyo yapmış olmalıydı. Üstünde dar, vücudunun tüm hatlarını belli eden uzun kollu bir tişört vardı. Altında da siyah pantolon. Belinde ise kahverengi kemeri takılıydı. Omuzlarının üstünde beyaz bir havlu vardı ve saçları hala ıslaktı.

“Gördüğün şeyden hoşlanmış gibisin.” Kızararak bakışlarımı vücudundan çektim. “Kıyafetlerine bakıyordum sadece. Küçük gelmiş gibi görünüyor.”

“Noben’in kıyafetleri.” derken gülümsemesi sesinden bile anlaşılıyordu.

Hafifçe öksürerek konuyu değiştirmeye çalıştım. “Neden ateşkes yapmak istiyorsun?” Benden istediği ne olabilirdi ki?

“O konuda…” ayağa kalkıp yanıma oturdu. Omzundaki havluyu eline alarak boynumu sildi. “Senin gibi buraya başka bir dünyadan gönderildiğimi düşünüyorum.” Kirli elleriyle beni boğduğu için muhtemelen boynum çamurla kaplıydı.

Elini iterek ona baktım. “Ne demek istiyorsun?” Arkasına yaslandı. Alnına düşen saçlarını arkaya doğru tarayarak bana baktı. “Ölüyken bir takım… anılar gördüm.”

“Ne tür anılar? Senin hayatını burada geçirdiğini sanıyordum.”

“Evet, ben de öyle” diyerek beni onayladı. “Ama bu dünyaya ait olamayacak anılar gördüm.”

“Rüya görmüş olabilirsin belki.” Anı demesi saçma gelmişti. Rüya olması daha mantıklıydı. Sonuçta ben gelmeden önce hepsi burada mutlu mesut yaşıyorlardı.

“Rüya değil eminim. Bir şekilde çok tanıdık hissettirdi. Rüyalar öyle hissettirmez.” Pekâlâ, şimdilik ona inanabilirdim. “Yani?” dedim. “Benden ne istiyorsun?”

Bana doğru yaklaştı. “Geldiğinden beri buradan çıkmanın yolunu arayan sen değil misin? Buradan çıkmam gerekiyor.” Şimdi anlaşılmıştı. Bu yüzden ateşkes için bu kadar ısrar etmişti. “Bende bir yol olduğunu sana düşündüren ne?”

“Uzun zamandır buradasın. En azından bir ipucun olmalı.” Doğru, bir ipucum vardı. Ama bunu onunla paylaşmak istemiyordum. Ona güvenemezdim. Yolculuğa tek başıma çıkmam en iyisiydi.

Aniden yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Bir şey var.” Bakışlarımı kaçırdım. Bilmesine izin veremezdim. “Hayır, y-” çenemden tutarak ona bakmama zorladı. “Söyle bana.”

Elini itmeye çalıştım ama izin vermedi. Sıkıca çenemden tutuyordu. “Bırak.” dedim çenemdeki elini tutarken. “Söyle bana Tia. Zaten yardımıma ihtiyacın var.”

Tia? Ne zaman bu kadar samimi olmuştuk? Kaşlarımı çattım. Ona ihtiyacım yoktu. Neden olsundu ki zaten? “Hayır yok.”

“Evet var.”

“Yok.”

“Var.”

“Yok dedim.”

“Ben de var dedim. Ne kadar süredir burada olduğunu hatırlatmama gerek var mı?” Haklıydı. Uzun süredir buradaydım ve hala bir planım bile yoktu. Yani artık yoktu. Eskiden ölerek kendi dünyama dönmeye çalışıyordum ama onun işe yaramadığı kesindi.

“Tamam.” dedim çenemi geri çekerek. İkna olduğumu görünce beni bırakarak geri çekildi. “Bir şey var. Geçen gün bir harita buldum.”

Kaşını havaya kaldırarak bana baktı. “Odamda şimdi.” dedim. “Gidip getireyim.” Kafasını sallayarak onayladı ve arkasına yaslandı. Ayağa kalkıp kütüphaneden çıktım. Ona haritadan bahsetmekle iyi mi yapmıştım bilmiyordum.

Kapının biraz ilerisinde Noben’le karşılaşınca durdum. Ondan iğrendiğimi gösteren bakışım ben durduramadan yüzüme yayılmıştı. Artık emirlerimin geçerli olup olmadığını test etmem gerekiyordu.

“Odamdan haritayı getir.” dedim. İlginç bir şekilde harekete geçerek odama yöneldi. Biraz hızlı olsa iyi olurdu. “Noben” diye seslendim. “Koş.” O da koşmaya başladı. Belli ki emirlerim hala geçerliydi. O zaman neden beni kurtarmasını söylediğimde hareket etmemişti? Vorsius’un ölüp, dirilmesiyle bir alakası olup olmadığını merak ettim.

Saniyeler içinde elinde haritayla geri dönmüştü. Tatminkâr bir şekilde gülümseyerek elinden haritayı aldım ve tekrar kütüphaneye girdim. Vorsius’un yanına oturarak haritayı uzattım. “İşte.”

Haritayı elimden aldı ve incelemeye başladı. Gözleri yavaşça heyecanla parlarken ayağa kalktı. “Tamamdır. Buradan gidiyoruz.” Haritayı katlayarak cebine koydu. Hızla ayağa kalktım. Onu yanında götürmesine izin veremezdim.

“Şey harita… Bende kalsa daha iyi olur.” Bana döndü ve gözlerime baktı.

“Bana güvenmiyor musun?” Tabii ki güvenmiyordum. Biraz önce beni öldürmüştü. “Hayır.” diye yanıtladım. “Epey hızlı cevapladın.” derken elini cebine atmıştı. Haritayı çıkararak bana uzattı. “Al bakalım.”

“Teşekkürler.” Teşekkürler mi? Salak kız neden teşekkür ediyorsun, senin haritan zaten. Vorsius hafifçe güldü. Koltuğun yanına yasladığı kılıcını alıp, beline geçirirken “Sana odana kadar eşlik edeyim.” dedi. Ardından kolunu girebilmem için uzattı. Gerçekten ne yapacağı belli olmuyordu.

“Gerek yok.” Kolunu umursamadan yanından geçtim ve kütüphaneden çıktım. Elimdeki haritayı elbisemin cebine koyarak odama ilerlemeye başladım. Vorsius hızlı adımlarla bana yetişmişti, yanımda yürüyordu. Noben de arkamızdan bizi takip ediyordu.

Odamın kapısına vardığımızda Noben sessizce kapıyı açıp kenara çekildi. İçeri adım atmak üzereyken ardımdan gelen bir sesle duraksadım: “Hoşça kal öpücüğü yok mu?”

Hemen arkamı döndüm ve kapımın önünde duran Vorsius’un bana gülümsediğini gördüm. Gözlerimi devirdim. Gerçekten dengesizin tekiydi. Aniden bana doğru uzanarak alnıma düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı.

“Kendinize iyi bakın, leydim.” dedikten sonra Noben’e başıyla selam verdi. Ardından arkasını döndü ve ıslık çalarak gözden kayboldu. Ne yapacağımı bilemeyerek olduğum yerde kaldım. Bu da neydi şimdi?

Kafamı sallayarak kendime gelmeye çalışırken Noben’le göz göze geldik. O da şaşkın görünüyordu. Hızlıca odaya girdim ve kapıyı kapattım. Bu dünyadaki insanlar çok garipti. Davranışlarına anlam veremiyordum.

Balkona geçerek temiz hava almak istedim. Bugün gerçekten çok şey yaşanmıştı. Vorisus ile ateşkes bile yapmıştık. Fırtınada buraya nasıl yürümüştü? Belki de o yüzden yüzünde çizikler, kıyafetlerinde yırtıklar vardı. Epey zorlanmış olmalıydı.
Aşağı baktığımda Vorsius’u gördüm. Malikânenin kapısından çıkmıştı ve seyisle konuşuyordu.

Kısa bir konuşmanın ardından seyis, Dessa’yı yularından tutarak getirdi. Vorsius atına bindikten sonra aniden bana dönerek dudağının kenarıyla gülümsedi ve göz kırptı.

Yüzüm bir anda alev almaya başlarken hızla içeri girdim. Onu izlediğimi nereden biliyordu? Ellerimi yüzüme koyarak soğutmaya çalıştım. Hafifçe kafamı çıkararak balkonun camından tekrar baktım ama çoktan gitmişti.

Bugün kafam allak bullak olmuştu. Hiç kendim gibi değildim. Saçma sapan teşekkür etmeler, gereksiz yere kızarmalar falan. İyice nevrim dönmüştü. Gidip uyumam en iyisi olacaktı.

Dina’yı çağırdım. Yarın için hazırlaması gerekenleri söyledikten sonra geceliğimi giyinmem için yardım etti. Yatağıma yattığım zaman hala odanın içindeydi ve bana bakıyordu.

“Bir şey mi söyleyeceksin?” Dina biraz tereddüt etse de konuştu. “Uzun bir yolculuğa çıkacakmışsınız.”

Gözlerimi devirdim. “Evet. Sana o hazırlığı boşuna yaptırmıyorum herhalde.” Hemen Noben yetiştirmiş olmalıydı güzel haberi.

“Siz gidince bize ne olacak diye endişelenmeden edemiyorum.” Neredeyse gülecektim. Bu da ne demekti? Ben gelmeden nasıllarsa o hallerine geri dönerlerdi herhalde.

“Ya senaryo çekmesi yaşarsak diye endişeleniyorum. Acaba gitmese misiniz?” Dina gerçekten bugün komiklikte kendini aşıyordu. Benim ölüp gitmem için her şeyi yapmıştı şimdi de gitme diyordu. Dalga geçiyordu sanki benimle.

“Bana yaşattığın onca şeyden sonra bu neden umurumda olsun?” Bana doğru adım atarak yaklaşmak istedi ama onu durdurdum. “Artık çıkabilirsin ve sabaha kadar beni rahatsız etme.” Onlara ne olacağı umurumda değildi.

“Ama leydim!-” derken çoktan odadan çıkmıştı bile. Kafamı yastığa koyarak uyumaya çalıştım ama beceremedim. Yarın buradan gidecektik. Heyecandan ve gerginlikten uyuyamıyordum.

Aklıma haritanın gelmesiyle yataktan kalkarak dolaba yöneldim. Hazır uykum yokken haritayı biraz daha inceleyebilirdim. Özellikle Yalnız Orman’ı iyice incelemek istiyordum. Kaybolmak istemeyeceğim türde bir yerdi.

Elimi aceleyle elbisemin cebine sokup haritayı aradım. Boştu. Diğer cebe koymuş olmalıyım diye hızla elimi oraya attım, fakat yine bir şey yoktu. Donup kaldım.

Şerefsiz herif haritamı çalmıştı.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

Ayarlar

×

Bölümler

×

Metin Raporla